15 Aralık 2025 14:09

NüfusNüfuz Diyalektiği Bağlamında Demografi ile Demokrasi Arasındaki Yapısal İlişki ve Türkiyenin 21. Yüzyılda Gerontokrasi ile İmtihanı

NüfusNüfuz Diyalektiği Bağlamında Demografi ile Demokrasi Arasındaki Yapısal İlişki ve Türkiyenin 21. Yüzyılda Gerontokrasi ile İmtihanı

21. yüzyılın ilk çeyreğinde, uluslararası sistemin parametreleri radikal biçimde yeniden tanımlanırken, uzun süre ikincil görülen demografi, küresel güç mimarisinin merkezine doğru sessiz ama sarsıcı bir dönüş yapmaktadır. Nüfus–nüfuz diyalektiği; yani demografik yapının siyasal, ekonomik ve jeopolitik kudreti biçimlendirme kapasitesi, artık inkâr edilemez bir stratejik değişkene dönüşmüştür. Soğuk Savaş yıllarında teknolojik üstünlükler ve finansal kabiliyetler ön plandayken, bugün devletlerin kaderleri, sahip oldukları nüfusu nasıl bir kapasiteye, nasıl bir harekete ve nasıl bir etki alanına dönüştürdükleriyle belirlenmektedir. Demografi artık yalnızca bir toplumsal istatistik olmaktan öte, siyasal mühendislikten savunma stratejilerine, üretim ağlarından uluslararası diplomasiye dek uzanan bir “sert güç” omurgası mahiyeti kazanmıştır.

Bu dönüşüm, yalnızca sayılarla sınırlı kalmamış bilakis demografik yapının yönü, niteliği ve hareketliliğiyle anlam kazanmıştır. Artık mesele, bir ülkenin ne kadar nüfusa sahip olduğundan ziyade, bu nüfusu ne ölçüde mobilize edebildiği, üretken kılabildiği ve sosyal, ekonomik ve siyasal düzene entegre edebildiğiyle ilgilidir. Türkiye, tam da bu dönüşümün merkezinde hem tarihsel hem de coğrafi olarak bir kavşakta durmaktadır. Demografik fırsat penceresini kapanmadan değerlendirme zorunluluğu ile yaşlanan nüfus, göç baskısı ve genç insan sermayesinin dışarıya akışı arasında sıkışmış bir eşiktedir. Bu nedenle Türkiye için demografi, artık yalnızca toplumsal bir zemin olarak değerlendirilmemeli bilakis ulusal güvenlikten bölgesel nüfuza, kalkınma vizyonundan rejim istikrarına uzanan çok katmanlı bir stratejik mesele olarak ele alınmalıdır. Bugünün sorusu gayet sarihtir: Türkiye, nüfusunu yalnızca yönetebilen değil, ona yön verebilen bir siyasal akılla yeniden inşa edebilecek midir; yoksa bu zorunlu yönetme sorumluluğunun farkına gereğince varamamaktan ötürü, tarihin acımasız dişlileri arasında, iradesine rağmen bir su-i hâle mi evrilecektir?

Demografinin Yeniden Sert Güç Unsuru Olması

Tarih boyunca nüfus, devletlerin ve imparatorlukların iktisadi ve askerî kapasitesini belirleyen en temel unsurlardan biri olmuştur; ancak bu belirleyicilik yalnızca nicelikle değil, nüfusun kaynağı, yönü ve sürekliliğiyle doğrudan ilişkilidir. Misalen Roma İmparatorluğu, geniş coğrafyalardan devşirdiği insan gücü sayesinde büyük ordular besleyebilmiş ve fethettiği topraklardaki nüfusu imparatorluk çıkarları doğrultusunda seferber edebilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişi ise salt fetih başarısıyla değil, demografik sürekliliği ustalıkla yönetebilmesiyle mümkün olmuştur. Balkanlara geçiş sürecinde Anadolu’dan sağlanan nüfus, Avrupa içlerine doğru yayılışta ise Orta Asya ve İran havzası üzerinden gelen Türk ve Müslüman nüfus, Osmanlı’nın askerî, iktisadî ve idari omurgasını besleyen temel insan kaynağını oluşturmuştur. Fetih sonrası uygulanan iskân ve sürgün politikaları, yalnızca güvenlik ve kontrol amacı taşımamış; aynı zamanda üretim kapasitesini artıran, lojistik hatları tahkim eden ve imparatorluğun Avrupa’daki kalıcılığını mümkün kılan bir demografik mühendislik işlevi görmüştür. Ne var ki Safevî Devleti’nin güç kazanmasıyla birlikte, Osmanlı’nın insan kaynağı açısından hayati önemde olan Orta Asya–İran hattı fiilen bir demografik bariyere dönüşmüştür. Bu durum, Osmanlı’yı Avrupa’daki geniş toprakları için ihtiyaç duyduğu taze insan kaynağından mahrum bırakmış; özellikle askerî ve üretici nüfusun sürekliliğinde yapısal bir zayıflama yaratmıştır. Dolayısıyla Osmanlı’nın uzun vadeli güç kaybı yalnızca siyasi yetersizlikler, askerî yenilgiler ya da mali sorunlarla açıklanamaz; imparatorluğun insan kaynağı kuluçkası niteliğindeki hinterlandın kapanması ve uzun savaşların yol açtığı nüfus artış hızındaki düşüş, Avrupa’daki hâkimiyetin sürdürülebilirliğini aşındıran temel faktörlerden biri olmuştur. Safevî Devleti ise görece daha sınırlı bir nüfus tabanına sahip olmanın dezavantajlarını yaşasa da Osmanlı’nın bu demografik damarını keserek bölgesel güç dengesinde belirleyici bir rol oynamıştır. Bu tarihsel örnekler, premodern çağda “baş sayısı”nın yalnızca vergi toplamak ve ordu kurmak açısından değil, imparatorlukların jeopolitik derinliğini ve sürekliliğini tayin eden stratejik bir unsur olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Modern dönemde bir süre için doğal kaynaklar, sanayi gücü ve teknoloji ön plana çıkmış olsa da günümüzde demografi yeniden tali bir değişken değil, belirleyici bir güç kaynağı olarak uluslararası sistemin merkezine yerleşmiştir.

Gelişmiş ülkelerde nüfus artış hızlarının yavaşlaması ve hatta eksiye dönmesiyle, insan kaynağının kendisi kıt bir stratejik meta haline geldi. Örneğin ABD, 19. yüzyılda Avrupa’nın gerisinde bir nüfusa sahipken 20. yüzyıl ortalarına gelindiğinde yüksek göç alımı ve doğum oranları sayesinde büyük güçler arasında en geniş beşerî sermayeye sahip ülke konumuna yükselmiştir. Bu demografik üstünlük, ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrasında ekonomik ve askeri hegemonya kurmasında kritik rol oynamıştır. Yakın geçmişte yadsınamaz bir hüviyete kavuşan Çin ve Hindistan gibi ülkelerin küresel arenada yükselişinde de devasa nüfusları belirleyici olmaktadır. Çin, 1980 sonrası reformlarını yürütürken 800 milyonu aşan aktif işgücüyle “dünyanın fabrikası” haline gelebilmiş, Hindistan ise genç ve kalabalık nüfusunu teknoloji ve hizmet sektörlerinde eğiterek yeni bir güç merkezi olma yoluna girmiştir. Demografik büyüklük, sadece asker sayısı açısından değil, aynı zamanda pazar büyüklüğü, üretim kapasitesi ve yenilikçi insan kaynağı anlamında da devletlerin “sert güç” repertuvarının bir parçası konumundadır. Bugün birçok ülke, nüfus politikalarını ulusal güvenlik stratejilerinin parçası haline getirmektedir. Doğum oranlarını artırma teşvikleri, nitelikli göçmen çekme programları veya diaspora stratejileriyle demografik avantaj peşinde koşmaktadır. Kısacası, 21. yüzyılda nüfus üstünlüğünü ve onun ürettiği beşerî sermayeyi elinde tutan aktörler, mevcut pozisyonlarını korumakla kalmayacak; küresel güç yarışında kalıcı bir avantaj da elde edeceklerdir.

Küresel Demografik Kaymadaki Radikal Dönüşüm ve Nüfuzun Amorflaşan Dağılımı

Dünya nüfusunun coğrafi ve yaşsal dağılımı, 2050’ye doğru dramatik bir değişim geçiriyor. Küresel demografik kayma, “merkez” kabul edilen gelişmiş ülkeler ile “çevre”deki gelişmekte olan ülkeler arasındaki nüfus dengelerinin tersyüz olması şeklinde tezahür ediyor. Avrupa, Doğu Asya ve Kuzey Amerika gibi zengin bölgeler nüfus bakımından hızla yaşlanırken ve sayısal olarak durağanlaşırken, Afrika, Güney Asya, Latin Amerika ve Orta Doğu toplumları genç ve büyüyen nüfuslarıyla dünya sahnesine ağırlığını koymaya hazırlanıyor.

Birleşmiş Milletler projeksiyonlarına göre 2050 yılında dünya nüfusu yaklaşık 9,8 milyar olacaksa da bu artış eşit dağılmayacak. Bu projeksiyonda Afrika nüfusu 2050’ye dek bugünkü seviyesini neredeyse ikiye katlayarak kıta nüfusunu 2,5 milyar bandına çıkarabilir. Böylelikle Afrikalılar, dünya nüfusunun dörtte birine yakınını oluşturacak (2010’da bu oran yalnızca %15 idi). Buna karşılık Avrupa’da birçok ülkenin nüfusu azalacak veya ancak göçle sabit kalacak; toplam Avrupa nüfusu içinde yaşlıların payı iyice arttığından kıtanın dünyadaki nüfus ağırlığı %7 gibi tarihin en düşük seviyelerine inecek.

Doğu Asya’da da benzer bir tablo var: Japonya, Güney Kore ve Çin, düşük doğurganlık oranları nedeniyle nüfuslarında gerileme ve ciddi bir yaşlanma ile karşı karşıyalar. Özellikle Çin, dünyanın en kalabalık ülkesi unvanını Hindistan’a bırakarak 2020’lerin sonunda kendi nüfus zirvesini görecek ve ardından Çin nüfusu radikal bir hız ile azalmaya başlayacak; 1,4 milyarlık dev nüfusu gerilerken, Çin’in çalışma çağındaki insan sayısı şimdiden düşüş trendine girdi. Bu durum, yakın geçmişe dek “sınırsız işgücü” kaynağıyla anılan Çin ekonomisi için büyük bir kriz anlamına geliyor.

Genç ve dinamik nüfusların coğrafi ağırlık merkezinin güneye ve doğuya kayması, küresel nüfuzun da yeniden dağılımına işaret ediyor. Örneğin, 2050’de çalışma çağındaki insanların %25’inin Afrika’da yaşayacağı öngörülüyor (bu oran 2010’da %15’ti). Benzer şekilde Güney Asya—özellikle Hindistan, Pakistan, Kamboçya, Vietnam, Endonezya ve Bangladeş gibi ülkeler—genç nüfus potansiyeliyle küresel işgücünün önemli bir bölümünü barındıracaklar. Öte yandan Avrupa’nın 15–64 yaş arası nüfusu toplamda küçülüyor; 2010–2050 arasında Avrupa çalışma çağındaki nüfusunda %15–20 arası bir azalma beklenirken, Afrika’da aynı yaş grubunun %150’nin üzerinde artacağı öngörülüyor.

Yaşlı nüfus cephesinde ise “merkez” ülkeler (özellikle AB ülkeleri) başı çekiyor. 2050’ye gelindiğinde Avrupa’nın ortalama yaşı 46’yı aşacak, Japonya’da 50’ye yaklaşacak. Afrika’da ortalama yaş hâlen 20 civarındayken, 2050’de ancak 25’e çıkacak; yani o tarihte bile Afrika kıtası bugünün en genç kıtası olmaya devam edecek. Yaşlılık bağımlılık oranlarında (65+ yaşın 15–64 yaşa oranı) ise derin bir makas oluşturuyor: Avrupa’da her 100 aktif çalışana karşı 2050’de yaklaşık 70 yaşlı düşeceği hesaplanırken, Afrika’da bu sayı yalnızca 9–10 civarında kalacak.

Üstelik Afrika’da yüksek doğurganlığın kademeli düşüşü sayesinde çocuk bağımlılık oranları da azalacağından, toplam bağımlılık yükü hafifleyecek ve bir demografik fırsat penceresi açılacak. Bu pencere, yeterli eğitim ve istihdam sağlanabilirse Afrika için gerçek bir demografik getiri (temettü) potansiyeli sunabilir.

Elbette bu küresel demografik kaymanın nüfuz dengelerine yansıması kaçınılmazdır. Yaşlanan Batı ve Doğu Asya, ekonomik büyümeyi sürdürmek ve refah devletlerini finanse edebilmek için genç işgücüne ihtiyaç duyacaktır. Bu durum, “çevre” ülkelerden “merkez”e doğru göç baskısını artırırken, aynı zamanda gelişmiş ülkelerin nüfus açığını kapatmak adına daha cüretkâr göçmen politikalarına yönelmesine yol açabilir. Diğer yandan, nüfus artışının lokomotifi konumundaki bölgeler, daha kalabalık pazarlar ve genişleyen işgücü havuzları sayesinde küresel ekonomide daha yüksek pay talep edeceklerdir.

Bu dönüşüm sancısız olmayacaktır; zira demografik baskılar, göç akımları ve ekonomik rekabet ekseninde “genç Güney” ile “yaşlı Kuzey” arasındaki gerilimler giderek keskinleşmektedir. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri, özellikle Trump’ın yakın zamanda ilan ettiği Ulusal Güvenlik Stratejisi ve Savunma Stratejisi Belgesinde açıkça vurgulandığı üzere, küresel önceliklerini Avrupa ve Orta Doğu’daki maliyetli ve süreklilik arz eden angajmanlardan çekerek, demografik ve ekonomik ağırlık merkezinin hızla kaydığı Hint-Pasifik havzasına yöneltme kararı almıştır. Bu yönelim, bir geri çekilmeden ziyade, 21. yüzyılın güç rekabetinin sahnesi olarak tanımlanan Asya-Pasifik ekseninde uzun vadeli nüfuz ve denge üretme stratejisinin bilinçli bir tezahürü olarak okunmalıdır.

Demografi ile Demokrasi Arasındaki Gerilim

Nüfus yapısındaki değişimler, yalnızca ekonomik gücü değil, aynı zamanda ülkelerin siyasal istikrarını ve demokratik yapısını da derinden etkilemektedir. Burada iki uçlu bir gerilim hattı dikkat çekmektedir. Genç nüfusların siyasal talepleri ile yaşlı toplumların reform kapasitesi arasındaki yapısal tenakuz belirginleşmektedir. Bir yanda, nüfusu hızla artan ve gençlerin önemli bir çoğunlukta olduğu ülkelerde yönetime yönelik beklentiler ve değişim isteği yükselmektedir. Diğer yanda, nüfusu yaşlanmakta olan toplumlarda mevcut düzeni koruma eğilimi ve değişime direnç güçlenmektedir. Bu ikili gerilim, güncel siyasal gelişmelerin arka planında önemli bir faktör olarak belirmektedir.

Genç nüfus patlamasının yarattığı siyasal basınç, özellikle gelişmekte olan demokrasi tecrübelerinde kendini güçlü biçimde hissettirmektedir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 2010’ların başında yaşanan Arap Baharı dalgası, demografi ile demokrasi arasındaki gerilime dair çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. Tunus’ta üniversite mezunu işsiz bir gencin kendini yakmasıyla fitili ateşlenen isyanlar, kısa sürede Mısır’dan Suriye’ye kadar pek çok ülkeye yayılmaktadır. Bu ülkelerin ortak paydalarından biri, uzun yıllar otoriter yönetimler altında hızlı nüfus artışı yaşamaları ve büyük bir “genç yığını” biriktirmiş olmalarıdır.

Ekonomik büyümenin yetersiz kaldığı ve genç işsizliğin %30’lara dayandığı bu toplumlarda, iyi eğitimli ancak işsiz veya güvencesiz gençlik kitlesi taleplerini sokak eylemleriyle ve siyasi hareketlerle dile getirmektedir. Sonuçta bazı rejimler devrilmiş olsa da gençliğin beklentileri kurumsal düzeyde karşılanamadığı için birçok ülkede süreç kaosa evrilmektedir veya yeni otoriter eğilimlerle sonuçlanmaktadır. Genç nüfusun yarattığı enerjinin yapıcı kanallara yönlendirilememesi, demokrasi açısından ciddi kırılganlıklar doğurmaktadır.

Benzer şekilde Sahra-altı Afrika’da ve Güney Asya’da da genç nüfus oranı yüksek ülkelerde protesto hareketleri, kitlesel göç eğilimleri ve toplumsal huzursuzluklar sık biçimde yaşanmaktadır. Bu olgular, demografik baskının yönetilememesinin siyasal istikrarı doğrudan tehdit ettiğini ortaya koymaktadır.

Öte yandan, yaşlanan toplumlar da kendilerine özgü bir demokratik gerilim barındırmaktadır. Nüfusun önemli bir kısmının yaşlı olduğu ülkelerde siyaset sahnesi giderek daha statükocu bir karakter kazanmaktadır. ABD, Japonya ve çoğu Avrupa ülkesinde görüldüğü üzere, yaşlı seçmen kitlesi kazanılmış sosyal hakların (emeklilik, sağlık hizmetleri vb.) korunmasına öncelik vererek köklü reformlara mesafeli durmaktadır. Bu durum, demokratik sistem içinde reform yapma kapasitesini zayıflatan bir dinamik yaratmaktadır.

Örneğin Batı Avrupa’da emeklilik yaşının yükseltilmesi, sosyal harcamaların kısıtlanması veya işgücü piyasasının esnekleştirilmesi gibi yapısal reform girişimleri, geniş yaşlı nüfusun tepkisiyle karşılaşmakta ve siyasetçiler açısından ciddi bir maliyet unsuru hâline gelmektedir. Fransa’da emeklilik reformuna karşı haftalarca süren protestolar ya da Japonya’da uzun süredir ekonomik durgunluğu aşmak için gereken adımların siyasi riskler nedeniyle ertelenmesi, yaşlı toplumlarda karar almanın ne denli zorlaştığını açıkça göstermektedir.

Ayrıca yaşlı nüfus ağırlığı, siyasal temsilin yaşlanması olgusunu da beraberinde getirmektedir. Birçok gelişmiş demokraside parlamentoların ve lider kadroların ortalama yaşı yükselmekte, genç kuşaklar karar alma mekanizmalarında yeterince temsil edilmemektedir. Bu durum, uzun vadeli vizyon gerektiren alanlarda—örneğin iklim değişikliği, dijital dönüşüm ve eğitim reformu gibi konularda—gerekli atılımların yapılamamasına veya gecikmesine yol açmaktadır.

Böylece demografi ile demokrasi arasında çift yönlü bir gerilim tablosu ortaya çıkmaktadır. Genç ve dinamik nüfuslu ülkelerde demokrasi talebi güçlü olmakta; ancak yönetimler bu talebi karşılayamadığında istikrarsızlık ve otoriterleşme riski artmaktadır. Yaşlı nüfuslu ülkelerde ise mevcut demokratik kazanımlar korunuyor görünse de durağanlık, vizyonsuzluk ve değişime direnç nedeniyle sistem içten içe tıkanmaktadır.

İdeal senaryo, genç enerjinin demokratik katılım kanallarına yapıcı biçimde yansıması ve yaşlı bilgelikle dengelenmesidir. Ancak pratikte bu dengeyi sağlamak her iki toplum tipinde de zorlaşmaktadır. Neticede 21. yüzyılda birçok ülke için asıl mesele, demografik yapılar ile demokratik yönetim modelleri arasındaki uyumu sağlayabilmektir. Bu uyum sağlanamadığında, demografik avantajlar dezavantaja dönüşebilmekte; demografik meydan okumalar ise doğru yönetilemeyerek birer kriz kaynağı hâline gelebilmektedir.

Göçün Yeni Jeopolitiği

Küresel demografik dengesizliklerin en somut sonuçlarından biri, göç olgusunun yeni bir jeopolitik boyut kazanmasıdır. 20. yüzyılda büyük göç hareketleri çoğunlukla savaşlar, etnik çatışmalar veya yoksulluk gibi insani krizlerle ilişkilendirilmekte ve “insani yardım” perspektifiyle ele alınmaktaydı. Oysa 21. yüzyıla girilirken göç, artık yalnızca insani değil, stratejik bir mesele olarak devletlerin ajandasına girmiş durumdadır.

Nüfusun genç ve dinamik olduğu coğrafyalar ile yaşlı ve işgücü açığı yaşayan bölgeler arasındaki uçurum derinleştikçe, insanlar daha iyi yaşam ve iş imkânları arayışıyla kitlesel hâlde harekete geçmektedir. Bu hareketlilik hem göç veren hem de hedef ülkeler tarafından bir nüfuz aracı olarak kullanılmaya başlanmaktadır. Öncelikle göçün kendisi bir pazarlık unsuru hâline gelmektedir.

Avrupa Birliği örneğinde, Orta Doğu’dan ve Afrika’dan yönelen göç akını karşısında AB ülkeleri, sınırlarını korumak ile uluslararası insani normlar arasında sıkışmaktadır. 2015’te Suriye iç savaşının bir komplikasyonu olarak doruğa çıkan mülteci krizinde görüldüğü üzere, yüz binlerce sığınmacının Avrupa kapılarına dayanması Avrupa siyasetinde ciddi sarsıntılara yol açmaktadır; popülist ve aşırı sağcı hareketler yükselişe geçmekte, Avrupa’da bir “meşruiyet krizi” tartışması başlamıştır. İki yıl içinde Avrupa ülkelerinin 17’sinde seçimler vesilesiyle iktidarlar sağ partiler lehine değişmiştir.

Bunun üzerine Avrupa Birliği, Türkiye ile 2016 yılında yaptığı anlaşma gibi hamlelerle göç akınlarını kaynağında durdurmaya yönelik stratejik adımlar atmıştır. Bu tür anlaşmalar, göçü fiilen bir diplomatik koz olarak masaya getirmektedir. Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, göç veren ülkelerin yanı sıra transit ülkeler de mültecileri tutma veya salıverme karşılığında mali yardımlar, siyasi tavizler ya da uluslararası arenada nüfuz kazanımı elde etmeye çalışmaktadır.

Örneğin Türkiye, dört milyonu aşkın sığınmacıya ev sahipliği yaparak hem insani hem de stratejik bir rol üstlenmiştir; bu durum Ankara’ya Brüksel nezdinde belirli bir pazarlık gücü de kazandırmıştır. Her ne kadar dönemin karar vericileri bu süreci Türkiye lehine olması gereken ölçüde yönetememiş olsalar da bu durum AB açısından bir yükten ziyade zamanla bir kazanç alanına dönüştürülebilmiştir. Benzer şekilde Polonya ve Belarus gibi bazı ülkeler önceleri Suriye şu an ise Ukrayna özelinde, jeopolitik gerilimlerde göçmenleri sınırlarına yönlendirerek komşu ülkeler üzerinde baskı kurma yoluna gitmektedir.

Bütün bu gelişmeler, göç yönetiminin jeopolitik bir enstrümana dönüştüğünü göstermektedir. Göç olgusunun bir diğer boyutu da nüfuz haritasını uzun vadede değiştirme potansiyeli taşımasıdır. Büyük göç hareketleri yalnızca anlık krizler yaratmamakta; aynı zamanda ülkelerin demografik ve kültürel yapılarında kalıcı dönüşümlere yol açmaktadır.

Avrupa’nın bazı bölgelerinde hızla büyüyen göçmen toplulukları, gelecek on yıllarda demografik kompozisyonu önemli ölçüde etkileyecektir. Bu durum, hali hazırda dahi ev sahibi ülkelerde kimlik, entegrasyon ve sosyal uyum meselelerini ön plana çıkarmakta; göçmen gönderen ülkeler açısından ise diaspora aracılığıyla bir yumuşak güç alanı yaratmaktadır. Örneğin milyonlarca Türk, Arap veya Afrikalı kökenli göçmenin yaşadığı Avrupa ülkelerinde, bu diaspora grupları hem kültürel etkileşim köprüleri kurmakta hem de geldikleri ülkelerin çıkarlarını dile getiren lobiler hâline gelebilmektedir.

Hindistan ve Çin gibi ülkeler, geniş diaspora nüfuslarını ekonomik ve siyasi bir araç olarak kullanmanın stratejilerini sistematik biçimde geliştirmektedir. Dolayısıyla göç, bir bakıma nüfusun sınır ötesine taşınarak nüfuz oluşturması anlamına gelmektedir. Ayrıca “beyin göçü” olarak adlandırılan eğitimli ve nitelikli işgücü hareketliliği de uluslararası rekabetin bir parçası hâline gelmektedir.

Gelişmiş ülkeler, yaşlanan ve azalan nüfuslarının açığını kapatmak için dünyanın yeteneklerini cezbetmeye çalışmakta; gelişmekte olan ülkeler ise eğitimli gençlerini elde tutma mücadelesi vermektedir. Bu durum, küresel ölçekte premodern dönemleri andıran yeni bir yarış başlatmaktadır: yetenek, kalifikasyon, kariyer ve genç nüfus rekabeti.

Kısacası göç olgusu, hem niceliksel (nüfus aktarımı) hem de niteliksel (insan sermayesi aktarımı) açısından güç dengelerini etkilemektedir. Bunun jeopolitiği, klasik toprak işgalinden farklı olarak insan unsurunun kazanımı ya da kaybı üzerinden tanımlanmaktadır. 21. yüzyılda bir ülkenin nüfuzunu belirleyen unsurlardan biri de ne kadar insan çekebildiği veya ne kadarını kaptırdığıdır. Bu nedenle devletler, sınır güvenliği ve entegrasyon politikalarını ulusal güvenlik meselesi düzeyinde ele almakta; aynı zamanda yurtdışındaki vatandaş ve diaspora politikalarına da artan biçimde önem vermektedir. Göçün yeni jeopolitiği, uluslararası ilişkilerde “insan akışı”nın maddi güç unsurları kadar belirleyici olabileceğini ortaya koymaktadır.

Türkiye’nin Özgün Pozisyonu ve Nüfus-Nüfuz Denkleminde Özgül Ağırlığı

Türkiye, yukarıda çizilen nüfus–nüfuz diyalektiğinin tam kesişim noktasında, kendine özgü ve kritik bir demografik eşikte durmaktadır. Ülke, bir yandan doğurganlık hızındaki belirgin düşüş (2024 itibarıyla yaklaşık 1,4) ve yaşam süresindeki uzama nedeniyle gençlik avantajını hızla kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. Nitekim 2024 verilerine göre ortalama yaşam süresi erkeklerde 75,5; kadınlarda 80,7 yıla yükselmiş; kadın-erkek ortalaması yaklaşık 78’e ulaşmıştır. Bu göstergeler, Türkiye’nin hâlâ görece genç bir toplum olmakla birlikte, hızlı bir yaşlanma sürecine girdiğini açık biçimde ortaya koymaktadır.

Diğer yandan Türkiye, coğrafi konumu itibarıyla Asya, Afrika ve Orta Doğu’dan Avrupa’ya yönelen yoğun göç dalgalarının hem transit hem de hedef ülkesi olma niteliğini taşımakta; bu durum, dışarıdan genç nüfus çekebilme potansiyelini de beraberinde getirmektedir. Bu ikili dinamik, Türkiye’ye aynı anda hem önemli fırsatlar hem de ciddi yapısal riskler sunmaktadır ve ülkenin 21. yüzyılda bölgesel güç konumunu sürdürebilip sürdüremeyeceğini belirleyecek temel değişkenlerden biri hâline gelmektedir.

Asıl kritik risk noktası şudur: Türkiye, nitelikli ve eğitimli insan sermayesini dışarıya kaptıran bir eğilim içerisindeyken, eş zamanlı olarak düşük nitelikli, entegrasyonu zor ve üretkenliği sınırlı göç akımlarını absorbe etmektedir. Bu durum, demografik açıdan bir “alüvyon birikimi” değil; aksine, verimli toprağın yavaş yavaş kaybına yol açan bir nüfus erozyonu anlamına gelmektedir. Yani mesele, nüfusun artıp artmaması değil; hangi nitelikte bir insan sermayesinin ülkeye kazandırıldığı ya da ülkeden aşındığı meselesidir. Doğru yönetilmeyen göç ve demografi politikaları, Türkiye’nin insan kaynağı havzasını beslemek yerine, uzun vadede üretkenliği, toplumsal uyumu ve stratejik kapasiteyi zayıflatan bir aşınma sürecine dönüşme riski taşımaktadır.

Öncelikle iç demografik göstergeler, Türkiye’nin artık geleneksel “genç nüfuslu ülke” profilinden uzaklaşmaya başladığını gösteriyor. TÜİK verilerine göre Türkiye’nin toplam doğurganlık hızı son yıllarda hızla gerileyerek 2,1’lik yenilenme seviyesinin altına indi. 2000’lerin başında 2,5 civarında olan ortalama çocuk sayısı, 2020’lerde 1,7 düzeyine geriledi ve 2024 itibarıyla 1,4 seviyelerine kadar düştüğü raporlandı. Bu düşüş, Türkiye’nin doğal nüfus artışını ciddi biçimde yavaşlatmış durumda. Mevcut gidişat devam ederse, Birleşmiş Milletler projeksiyonları Türkiye nüfusunun 2040’ların ortalarında yaklaşık 90 milyon ile zirveye ulaştıktan sonra gerilemeye başlayabileceğini öngörüyor.

Ancak burada kritik olan husus, 1,4 seviyesindeki doğurganlık oranının ülke geneline homojen biçimde dağılmamasıdır. Türkiye’de nüfus artışını görece yukarıda tutan kesimler ağırlıklı olarak kırsal, sosyo-ekonomik ve eğitim seviyesi düşük bölgelerde yoğunlaşırken; eğitim düzeyi, gelir seviyesi ve sosyo-kültürel sermayesi yüksek olan büyük şehirler ve merkezlerde doğurganlık oranları çok daha düşük seyretmektedir. Dolayısıyla mesele yalnızca toplam doğurganlık hızının 2,1’in altında kalması gibi niceliksel bir sorun değildir; asıl mesele, nüfusun hangi niteliksel bileşenler üzerinden yeniden üretildiği sorusudur. Bu tablo, Türkiye açısından demografik dengenin yalnızca sayı üzerinden değil, insan sermayesinin niteliği üzerinden de stratejik bir risk alanına dönüştüğünü göstermektedir.

Özellikle iyi eğitimli, 20’li ve 30’lu yaşlardaki gençler Avrupa başta olmak üzere daha istikrarlı gördükleri ülkelere yerleşme arayışındalar. Bu beyin göçü, Türkiye’nin gelecekteki inovasyon ve rekabet gücünü zayıflatabilecek ciddi bir kayıp olarak değerlendirilmelidir. Öte yandan, Türkiye aynı anda yoğun bir göçmen akınının da hedefindedir. Suriye’de 2011’de başlayan iç savaşın ardından Türkiye, yaklaşık 4 milyonu aşkın Suriyeli sığınmacıyı geçici koruma statüsüyle barındırmaya başladı. Zaman içinde Irak, Afganistan, İran gibi ülkelerden gelenlerle birlikte, Türkiye’deki yabancı uyruklu nüfus 4-5 milyon aralığına ulaştı (nüfusun %5’ine yakın). Bu göçmen kitle içinde çalışma çağındaki genç nüfus önemli bir yer tutuyor. Kâğıt üzerinde, Türkiye’nin azalan genç nüfusunu dışarıdan telafi etme imkânı var gibi görünüyorsa da pratikte entegrasyon ve toplumsal kabul sorunları bu imkânı kısıtlamaktadır. Son yıllarda sığınmacılara karşı toplumsal tepkilerin sertleşmesi, çeşitli şehirlerde göçmenlere yönelik şiddet olaylarının yaşanması ve siyaset sahnesinde “mültecileri geri gönderme” söyleminin güç kazanması, Türkiye’nin dışarıdan genç nüfus alarak avantaj sağlama stratejisini zorlaştırıyor. Yani Türkiye, bir tarafta genç insan kaynağını ülke içinde tutmakta zorlanırken, diğer tarafta dışarıdan gelen genç nüfusu üretken bir şekilde bünyesine katmakta da zorlanıyor. Bu ikili kıskaç, nüfus ile nüfuz arasındaki bağın Türkiye açısından kırılganlaştığı bir durumu işaret etmektedir. Bütün bu zorluklara rağmen, Türkiye’nin demografik pozisyonu tamamen olumsuz bir resim sunmamaktadır; aksine doğru politikalarla nüfuz üretme kapasitesini yeniden kurgulama fırsatı da barındırmaktadır. Öncelikle, Türkiye hala Avrupa ülkelerinin çoğundan daha genç bir nüfusa sahip ve demografik fırsat penceresi tamamen kapanmış değildir. İşgücüne yeni katılan genç nüfus oranı halen hatırı sayılır düzeyde ve doğru eğitim-istihdam politikalarıyla bu gençlik potansiyeli ekonomik büyüme motoruna dönüştürülebilir. Eğitim reformu, gençlere yönelik istihdam teşvikleri ve girişimciliği destekleyen ekosistemler, Türkiye’nin kendi gençlerini geleceğin becerileriyle donatarak ülke içinde tutmasını sağlayacaktır. Böylece beyin göçünün hızı kesilebilir ve yurtdışındaki parlak zihinlerin geri dönüşü teşvik edilebilir. İlaveten, Türkiye’nin coğrafi ve kültürel bağları, çevre coğrafyalardaki genç nüfusu çekme konusunda stratejik olarak kullanılabilir. Bölgesel eğitim merkezleri kurmak, yabancı öğrencilere ve nitelikli profesyonellere cazip fırsatlar sunmak yoluyla beyin göçünü tersine çevirmek ve komşu ülkelerin insan kaynağından faydalanmak mümkün olabilir. Örneğin, Orta Asya, Kafkasya, Orta Doğu’daki genç yetenekler için Türkiye bir çekim merkezi haline getirilebilir. Bu, Türkiye’nin nüfus açığını kapatırken aynı zamanda bölgesel nüfuzunu da artıracaktır. Diğer taraftan, siyasal temsil ve yönetişim biçimi de demografik dönüşümü başarıya çevirmede kritik rol oynamaktadır. Türkiye, genç nüfusunu karar alma mekanizmalarına daha fazla entegre etme konusunda adımlar atmalıdır. Siyasette kuşak yenilenmesini teşvik etmek, gençlerin taleplerini ve vizyonunu yönetime yansıtmak, ülkenin reform dinamizmini artıracaktır. Aksi takdirde, yaşça ilerlemiş bir siyasi sınıfın ve mevcut statükonun hakimiyeti, Türkiye’yi “gerontokratik” bir durağanlığa sürükleyebilir. Oysa Türkiye’nin gerek ekonomik gerek demokratik atılımlar için gençlerin enerjisine ve yenilikçi fikirlere ihtiyacı var. Bu bağlamda, son yıllarda artan genç göçünün ardındaki sebepler iyi analiz edilmeli ve ülke içinde yönetişim kalitesi yükseltilmelidir. Gençlerin kendi ülkelerinde gelecek kurabildiği, seslerini duyurabildiği ve adil bir düzen içerisinde yükselme umudu taşıdığı bir Türkiye, yalnız nüfusunu korumakla kalmaz, aynı zamanda demografik dinamizmini gerçek bir nüfuza dönüştürebilir. Özetle, Türkiye’nin özgün pozisyonu çift yönlü bir “eşik” niteliğindedir: Bir yandan “nüfusun yaşlanması” eşiği, diğer yandan “nüfus ithali” (göç) eşiği. Bu eşikte verilecek kararlar ve izlenecek politikalar, Türkiye’nin bölgesel güç statüsünü pekiştirip pekiştiremeyeceğini belirleyecektir. Eğer Türkiye, nüfus düşüşünü tersine çevirecek önlemleri alır, gençlerine yatırım yapar ve kontrollü göç yönetimiyle demografik açıdan kendini yenileyebilirse, 21. yüzyılın güç dengelerinde kendine güçlü bir yer açabilir. Aksi halde, nüfus avantajını kaybetmiş ve sosyal dokusunda gerilimler biriktirmiş bir Türkiye, jeopolitik önemine rağmen nüfuz üretmekte zorlanan bir ülkeye dönüşme riskiyle karşı karşıyadır.

SONUÇ:

Nüfus ile nüfuz arasındaki bağ, 21. yüzyıl dünyasında yeniden stratejik bir çerçeveye oturmuştur. Demografik trendler, ülkelerin ekonomik performansından askeri kabiliyetine, toplumsal istikrarından uluslararası diplomasideki ağırlığına kadar geniş bir yelpazede belirleyici hale gelmiştir. Genç ve dinamik nüfuslar yükselen bir enerji ve potansiyel kaynağı olarak görülürken; yaşlanan nüfuslar yeni ekonomik modeller ve siyasi uyum stratejileri geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Türkiye, tam da bu küresel dönüşüm dalgasının ortasında, kendi kaderini tayin edebileceği bir noktadadır. Nüfus–nüfuz diyalektiğinin gerekliliklerini iyi kavrayan bir Türkiye, demografik değişimini siyasal ve ekonomik kapasiteye çevirme yolunda başarılı olabilir. Bu da ancak uzun vadeli ve disiplinler arası bir yaklaşımla mümkündür: Eğitimden sağlık politikalarına, aile desteklerinden göç yönetimine, şehir planlamasından gençlik ve yaşlılık politikalarına uzanan kapsamlı bir strateji gerektirir. Son tahlilde, Türkiye’nin 21. yüzyıldaki temel meselesi, demografik dönüşümünü sürdürülebilir bir nüfuza tahvil edebilmek olacaktır. Bu, niceliksel nüfus artışının ötesinde, nitelikli insan gücünün artırılması, toplumsal uyumun sağlanması ve kurumların demografik gerçekliğe uyumlu hale getirilmesi anlamına gelir. Eğer nüfus dinamikleri doğru yönetilirse, Türkiye için demografi bir kez daha “kader” olabilir. Aksi takdirde, nüfus yapısındaki olumsuz gidişatın hiçbir ülkenin bağışık olmadığı türden derin ekonomik ve siyasi etkileri olabileceği unutulmamalıdır. 21. yüzyıl eşiğinde Türkiye, tarihteki büyük devletlerin yaptığı gibi demografiyi bir güç kaynağına dönüştürebilme becerisini göstermek zorundadır. Nüfus ve nüfuzun bu diyalektiği, Türkiye’nin geleceğinin anahtar tartışması olarak önümüzde durmaktadır. Bu bilinçle hareket edilirse, demografik dalganın getirdiği zorluklar, akıllı politikalar sayesinde yeni bir yükseliş hikâyesinin yapı taşlarına dönüşebilir.

Haberdar Olun

Yeni yazılardan haberdar olmak adına mail'inizi ekleyin.

Haberdar Olun

Yeni yazılardan haberdar olmak adına mail'inizi ekleyin.