7 Aralık 2025 21:22

Sene-i Devriyesinde Suriye Normalleşmesinde Ahmed Şaranın Şaşırtıcı İntibakı Ve Türkiyenin Suriyede Stratejik Misyonu

Sene-i Devriyesinde Suriye Normalleşmesinde Ahmed Şaranın Şaşırtıcı İntibakı Ve Türkiyenin Suriyede Stratejik Misyonu

7 Aralık tarihi, Esad’ın Şam’dan kaçışının ve Suriyelilerin kendi dillerinde “özgürlük kapısının aralandığı gün” olarak andıkları dönüm noktasının birinci yıldönümüdür. Bu yıldönümü, yalnızca bir rejimin çöküşüne işaret etmez; Suriye toplumunun zihin dünyasında, siyasal ufkunda ve kolektif kader algısında başlayan derin dönüşümün sembolik eşiğidir. Esad-sonrası ilk yıl, savaşın bıraktığı enkazdan ziyade, zihinsel haritaların yeniden çizildiği, toplumun kendisiyle ve geleceğiyle hesaplaştığı bir zaman aralığı olarak kayda geçmiştir. Bu metin, bu yıldönümünün eşiğinden bakarak Suriye’nin zihin, düzen ve gelecek tasavvurunda nelerin değiştiğini anlamaya yönelik bir okuma sunmaktadır.

Suriye’nin Çöküşün Anatomisi

Bugünden bakıldığında, küresel sermaye aparatlarının en rafine ve müdahale kapasitesi en yüksek unsurlarından biri olarak çalışan Soros ve vakfının tetiklediği, mahiyeti itibarıyla kat’î ve sonuç alıcı bir siyasal mühendislik hamlesi olan Arap Baharı’nın bir komplikasyonu olarak Suriye’de ortaya çıkan çatışma iklimi, sıradan bir iç savaş formunu çok erken zaman aralığında aşmıştır. Zira Suriye sahası, yalnızca rejim–toplum gerilimi üzerinden okunabilecek bir kriz üretmemiş; etnik, mezhebî, dinî ve sosyo-ekonomik fay hatlarının aynı jeopolitik zeminde üst üste binmesi nedeniyle hem sürekliliği yüksek hem de kendi kendini yeniden üreten bir parçalanma mimarisi ortaya çıkarmıştır.

Bu kırılgan dokunun üzerine bölgesel güç mücadeleleri, küresel rekabetin sertleşen kapışması ve istihbarî-askerî nüfuz operasyonları eklendiğinde, Suriye savaşı artık klasik anlamda bir iç savaş olmaktan çıkmış; vesayet ve vekâlet ağlarının iç içe geçtiği, çok aktörlü, hibrit ve geometrisi sürekli değişen bir çatışma düzenine evrilmiştir. Böylece Suriye, yalnızca bir ülke değil, uluslararası sistemin güç projeksiyonlarının denendiği, ittifakların test edildiği, yeni nesil müdahale doktrinlerinin sahnelendiği bir laboratuvara dönüşmüştür.

Kaldı ki, Soğuk Savaş’tan bu yana uluslararası sermaye ve Batı merkezli güç blokları ve odaklar, büyük güç rekabetlerini doğrudan askerî angajmana girmeden, çevre coğrafyaları stratejik yıpratma arenalarına dönüştürerek yürütmeyi tercih etmektedir. İki karganın paylaşamadığı bir peynirin ‘adaleti’ için canhıraş bir çaba gösteren bu odaklar, aslında peyniri ortaya atan, kargaları aynı göğe mahkûm eden ve çatışmayı doğuran zemini mühendislik hesabıyla kurgulayan küresel güç merkezleridir. Onlar için mühim olan, peynirin kime ve ne kadar düştüğünden öte kargaların bir an olsun başını kaldırıp göğün mimarisini fark etmemesidir. Çünkü bu düzen, kavganın tarafları üzerinden değil, kavganın kendisi üzerinden hüküm süren bir egemenlik mantığıyla çalışır. Böylece karga ile peynir arasındaki gerilim, sahici bir adalet arayışının yerine kontrollü bir istikrarsızlığın sürekliliğini sağlayan bir ekopolitik tasarım hâline gelir. Nitekim ABD ve Avrupa, Rusya’yı Ukrayna sahasında kendi kuvvetlerini sahaya sürmeden hırpalamayı, zayıflatmayı ve ekonomik açıdan istismara açık hâle getirmeyi kısmen de olsa başarmıştır. Görünen o ki benzer bir dengeleme ve yıpratma stratejisinin Çin’e karşı da Tayvan ve gerektiğinde Japonya üzerinden kurgulanmasına yönelik hazırlıklar dikkat çekmektedir. Bu yaklaşım, Batı’nın Çin’i doğrudan karşıya almadan, çevresel çatışma sahalarını birer baskı, kontrol ve tüketme platformu olarak kullanma niyetini açık biçimde göstermektedir.

Bu çerçevede Suriye sahası, bölgesel dengelerin yanı sıra küresel güç mimarisinin de sınandığı; vekâlet savaşlarının, nüfuz mücadelelerinin ve jeopolitik rekabetin eşzamanlı yürütüldüğü çok-katmanlı bir çatışma havzası işlevi görmüş ve halihazırda görmektedir. On beş yılı aşan yıkım, bir devletin çöküş hikâyesi yerine Ortadoğu’nun hangi küresel hatlar tarafından şekillendirildiğini, hangi baskı ve yönlendirme mekanizmalarının devrede olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır.

Sürecin başlangıcı, Esad rejimi ile muhalif gruplar arasındaki klasik bir iç savaş görüntüsü sunsa da kısa sürede sahadaki kararların yerelden çok dış merkezler tarafından üretildiği görülmüştür. Suriye bugün haritada bir devlet formu taşımaya devam ederken meşruiyet, kapasite ve süreklilik gibi asli unsurların milis ağları, vekâlet yapıları ve dış aktörlerin güvenlik düzenekleri arasında dağılmış bir yapıya dönüştüğü izlenmektedir. Ortaya çıkan tablo, Suriye’yi bölgesel bir kriz alanının ötesine taşıyarak küresel güçlerin birbirini sınırlama, tüketme ve yeniden konumlandırma stratejilerini aynı anda sahneledikleri bir jeopolitik laboratuvar niteliğine büründürmektedir.

2016 yılı bu çözülüşün en karanlık ve en berrak göründüğü eşiklerden biridir. O tarihte İdlib, Türkiye’nin fiilî koruması altında hem Ankara’nın sınır güvenliği hem de Avrupa’nın demografik istikrarı açısından kritik bir “denge vanası” hâline gelmiştir. Türkiye’nin çekildiği bir senaryoda milyonlarca insanın Avrupa kapılarına dayanacağı açıktır. Bu nedenle Batı, o günün şartlarında Türkiye’nin İdlib’de kurduğu dengeyi eleştirmekten çok görmezden gelmeyi tercih etti. İdlib, Türkiye açısından güvenlik, Avrupa açısından sessizce kabul edilen bir sigorta alanı, Suriye açısından ise hem ideolojik kümelenmenin hem de vekâlet mimarisinin merkez üssü oldu.

Bu süreçte Afganistan, Çeçenistan, Irak ve benzeri çatışma havzalarında tecrübe kazanmış onlarca selefi-cihadi örgüt İdlib’de toplandı. Bir kısmı kendi iç mantığıyla hareket ediyor, önemli bir kısmı ise kimi devlet için gerektiğinde sahaya sürülebilecek, gerektiğinde tutulabilecek “taşeron kuvvetler” hâline getirildi. İdlib adeta cam fanus gibi korunan, dokunulduğunda bölgesel dengeleri sarsacak, dokunulmadığında ise sürekli baskı üretecek bir kuluçka alanına dönüştü.

Bu tabloyu haddizatında Suriye’nin tarihsel kodlarından bağımsız okumak mümkün değildir. Dımaşk, Roma–Pers ve Bizans–Sasani rekabetinin kesişim noktasında hiçbir zaman kendi kaderini tayin eden bir siyasi merkez olamadı. Asya’nın Avrupa’ya, Avrupa’nın Asya’ya açılan kapılarından en stratejiği olan Levant’ın en stratejik bölgesi hep büyük güçlerin denge sahası oldu. 20. yüzyıl başlarında Fransız mandasının çizdiği yapay sınırlar ve daha sonraları Hafız Esad’ın kurduğu güvenlik oligarşisi, toplumsal meşruiyeti zayıf, kurumları hanedan etrafında örülmüş bir yapı üretti. Suni inşa edilen, etnik, sosyolojik veya coğrafi anlamda sınırları müphem devlet, çevrelediği toplumu taşımak yerine toplumun üzerine çöken bir güvenlik aygıtına dönüştü. 2011’de kırılma gelindiğinde, bu yüzden geriye çöküşü yavaşlatacak kurumsal bir iskeleti kalmamıştı.

Esed’in devrilmesinin üzerinden bir yılı aşkın süre geçti ve bugün Suriye’de işleyen yapı bir devlet formu olmanın çok gerisinde, dış aktörlerin sahiplik alanlarına, milis ağlarına ve geçici güvenlik düzeneklerine bölünmüş parçalı bir güç coğrafyasıdır.

Bugün her şeye rağmen Suriye, uzun bir aradan sonra uluslararası sisteme yeniden intibak etme çabası içindedir. BM’deki sandalyesini görünür kılma hamleleri, diplomatik temsilciliklerini işlevsel tutma girişimleri ve özellikle son bir yıldır hız kazanan bölgesel normalleşme dalgası, Şam’ın dış politikada kendine alan açma gayretinin bir parçasıdır. Şar’a’nın uluslararası alanda öne çıkması veya çıkarılması, BM Genel Kurulu’ndaki konuşması ve Arap başkentlerine uzanan diplomatik trafiği de bu çabanın dış yüzünü oluşturmaktadır. Ancak bu diplomatik hareketlilik, ülkenin fiilî gerçekliğini dönüştüren bir toparlanma ürettiği izlenimini vermez.

Sahada işleyen yapı, merkezi iktidarın yönettiği bütüncül bir devlet düzeni olmak yanında Rusya, İran, ABD ve yerel milis ağları arasında paylaşılan kırılgan bir egemenlik denklemi niteliğindedir. Ekonomik dolaşım parçalıdır, güvenlik mimarisi dış aktörlerin sağladığı koridorlara bağımlıdır, nüfus hareketliliği üzerinde Şam’ın kontrol kapasitesi sınırlıdır. Ortaya çıkan tablo, Suriye’yi ne tamamen çökmüş bir coğrafya ne de işleyen bir devlet formu olarak tanımlar; ülke, dış ilişkilerde devlet görünümünü koruyan, içeride ise sınırlı ve bölüşülmüş egemenliği yöneten bir ‘kısıtlı kapasite devleti’ olarak işlemektedir.

Bu nedenle rejimin diplomasiye yeniden ağırlık vermesi bir güç gösterisi olarak değerlendirilemez. Bilakis bu Şam’ın sahadaki zafiyetlerini uluslararası görünürlük ve muhataplık aracılığıyla telafi etme arayışıdır. Şam bugün diplomatik alanda kendine yer açmaya çalışsa da bu görünürlük, ülkenin fiilî kırılganlığını azaltan bir dönüşüm yanında, parçalı düzeni sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu dış meşruiyetin tazelenmesidir.

Bu laboratuvarın sessiz tasarım mantığı küresel aktörler açısından gayet vazıhtır. Suriye’de şekillenen yeni düzen Türkiye’nin merkezî rolünü mümkün olduğunca azaltmayı hedeflemekte, Ankara’yı sahadan ve denklemin örgüsünden itmek istemektedir. Ancak sahadaki zorunluluklar nedeniyle Türkiye hem dışlanmak istenen hem de mecburen tolere edilen aktör konumundadır. Suriye mühendisliğini yürüten akıl, başlangıçtan itibaren Türkiye’siz bir denklem kurmayı denedi; fakat göç, güvenlik, enerji, terör ve demografik gerçeklik Ankara’yı masadan kaldırmaya hiçbir aşamada izin vermedi.

Şar’a Örneğinde Romantizmden Soğuk Realizme Zihniyet Dönüşümü

Bu çöküşün ortasında, sahadaki karmaşadan daha derin bir dönüşüm ise zihniyet düzeyinde yaşanmaktadır. Ahmed Şar’a, nam-ı diğer Golani, bu dönüşümün görünen yüzlerinden yalnızca biridir. Bugün taşıdığı anlam, bir örgüt lideri olarak geçmişinin çok ötesine geçmiştir. Şar’a’nın hikâyesi, savaşın içinde büyüyen bir kuşağın 20’li yaşların mutlakçı romantizminden 40’lı yaşların rasyonel muhasebesine yönelişinin metaforik bir örneğine dönüşmüştür.

İnsan 20’li yaşlarında, özellikle büyük travmaların ve tarihsel kırılmaların içinde yetiştiyse, dünyayı uçlarda görmeye çok daha yatkındır. Mutlak bir dava, mutlak bir adalet, mutlak bir tarihsel rol arar. Ortadoğu’nun bütün dinî geleneklerinden sızan mesihî ve mehdici damarlar da bu ruh hâline kolayca yapışır. Kriz anlarında “bir gün gelecek ve her şeyi bir anda düzeltecek bir güç” anlatısı, realiteden kaçmanın kültürel olarak kodlanmış biçimine dönüşür. Bu irrasyonel olduğu kadar anlaşılır bir savunma refleksidir: Siyasal süreksizliğin, kurumsal güvencesizliğin ve tarihsel travmanın içinden kendine bir metafizik sığınak arayan insan davranışının doğal sonucudur.

Burada daha derin bir antropolojik gerçeklik devreye girer: Modern insan nezdinde geçmiş insanın dünyası çoğu zaman şizofrenik bir düzlem gibi görünür; fakat geçmişteki insan, son yüzyılın istisnai kırılmasını bir kenara koyarsak, yüz binlerce yıl boyunca insanlık hâlinin esas taşıyıcısıdır. Dolayısıyla bizde “şizofreni” gibi beliren o kadim düşünce biçimleri aslında insanın genetik kodlarına işlemiştir. Modern bireyin yüzleşmekte zorlandığı gerçekler karşısında köşeye sıkıştığında ortaya çıkan irrasyonel sıçrayışın kaynağı tam da budur. Tarihsel derinlikten taşan ve derunumuzda sessizce duran statik bir şizofrenik zemin, bir korunma mekanizması olarak tetiklenir. Modern insan, çözümsüz kaldığı bir çıkmazda bu kadim şizofrenik mirası devreye sokarak irrasyonel bir kapıdan da olsa kendine bir çıkış yolu bulur.

Mesele çıkmaktır; çünkü insan çıkamadığında çöker, iflas eder. Bu nedenle irrasyonel görünen bu çıkış, aslında bir tür varoluşsal kurtuluş refleksidir. İnsanın geçmişinden süzülen o derin savunma kodu, modern aklın tıkandığı yerde devreye girerek bireyi taşıyan alt bir yazılıma dönüşür. Ortadoğu’daki silahlı hareketlerin liderlerinde, savaşın içinde yetişen kuşaklarda ve Golani’den Şar’aya dönüşüm örneğinde gördüğümüz zihinsel dönüşüm, bu antropolojik katmanın güncel jeopolitik yüzeydeki tezahürüdür. 20’li yaşların mutlakçı romantizmi, 40’lı yaşların rasyonelleştirilmiş çıkış arayışına böylece evrilir.

Ama 40’lı yaşlar başka bir iklime aittir. Aynı insan, üzerinden savaş geçmiş şehirleri gördüğünde, dağılmış nüfusun geride bıraktığı boşluğu seyrettiğinde, gıda ve enerji damarlarının nasıl kesildiğini, nitelikli insan kaynağının ülkeyi terk edişini izlediğinde, zihni yavaş yavaş romantizmden soğuk ve fakat yalın hesaplara kayar. Dava duygusu bitmez belki ve fakat o davanın “haritada bir yer tutmak, nüfusu ayakta tutmak, ekonomiyi çevirmek, uluslararası zeminde nefes alacak alan açmak” gerektirdiğini fark eder.

2016 yılında İdlib’de bir dost meclisinde kayda geçen diyalog bu yüzden önemlidir. Şar’a, önünde sonunda Şam’ı yönetme ihtimalinden söz ederken, aynı anda İsrail’le doğrudan çatışmadan imtina edilmesi gerektiğini vurgular bu sohbetinde. Bunun gerekçesini de ideolojik bir dille değil, serinkanlı bir okumayla açıklar: “İsrail yalnızca İsrail değildir; arkasında New York, Londra, Berlin, Moskova ve hatta Pekin’e kadar uzanan bir jeopolitik-ekonomik ağ vardır. Dolayısıyla İsrail’le yapılacak doğrudan bir savaş, yalnız İsrail’le değil, o ağın tamamıyla hesaplaşma anlamına gelir.”

Buradaki dönüşüm, 20’li yaşların “Irak Şam İslam Devleti” cazibesi üzerinden okuduğu dünya ile, 40’lı yaşların “Suriye Arap Cumhuriyeti’ni enkazdan çekip yeniden ayağa kaldırma” zorunluluğu arasında kurulan farktır. Gençlik, radikal bir örgütle dünyanın tersine çevrilebileceğine inanır, olgunluk ise harap bir ülkeyi yönetmenin, dağılmış nüfusu geri getirmenin, demografik ameliyatın izlerini silmenin, ekonomiyi yeniden kurmanın, uluslararası meşruiyeti kazanmanın ne kadar ağır bir yük olduğunu gösterir.

Bu, bir militanın kişisel hikâyesi olmanın çok ötesindedir. Suriye’de savaşın içinde büyüyen, farklı kamplarda yer alan pek çok aktör benzer bir zihinsel dönüşümü yaşamaktadır:

Şar’a’nın uluslararası zeminde akreditasyon araması, yalnız kendini kurtarma manevrası değil; çöken bir devletin aktörlerinin, içerde ne kadar ideolojik olurlarsa olsunlar, dışarıda realizmin dilini konuşmak zorunda kalmasının ifadesi. İçerde romantizm ne kadar yüksek olursa olsun, dışarıda realite ve güç dağılımı konuşur. Ve tarih, çoğu zaman ideallerden yana değil, realizmin akışından yana olmuştur.

Türkiye’nin Stratejik Mecburiyeti Çöküşü Seyretmek Değil, Düzeni Kurmaktadır

Tüm bu tablo, Türkiye açısından Suriye dosyasını dış politika başlıklarından biri olmaktan çıkarır. Doğrudan hayat memat seviyesinde ulusal güvenlik, demografik denge, ekonomik istikrar ve jeopolitik konum meselesi hâline getirir. Zira Suriye’deki her kırılma, Türkiye’ye göç, terör, sınır güvenliği, enerji akışları ve toplumsal gerilim olarak geri dönmektedir. Bu nedenle Ankara’nın Suriye konusunda lüksü yoktur. Türkiye’ Suriye’nin çöküşünü veya kurtlar sofrasında pay edilmesini iç muhalefetin sığ perspektifince yalnızca seyredemez.

Suriye’ye dair bugün masada kabaca üç ihtimalden söz edilebilir:

Birincisi, kontrollü istikrarsızlığın devamıdır. Bu ihtimal Batı’nın ve özellikle ABD’nin çıkarlarıyla uyumludur. Vekâlet ağları birbirini dengelemeye devam eder; İsrail’in güvenlik vetosu korunur, kaos belli bir eşiğin üstüne çıkarılmaz, ama hiçbir zaman da bitirilmez. Suriye bir “bitmeyen şantiye” olarak tutulur.

İkincisi, kırılgan normalleşmedir. Körfez fonları, Avrupa ve Çin’in altyapı iştahı ve Arap diplomatik girişimleri devreye girer ve rejim kısmen nefes alır, insani göstergeler görece iyileşir, ama gerçek bir devlet kapasitesi üretilmez. Devlet gölge hâlinde var olur, fakat içerik zayıf kalır.

Üçüncüsü, bölgesel entegrasyon ihtimalidir. Türkiye ve Körfez koordinasyonunda ekonomik ve lojistik damarlar yeniden kurulur; Avrupa göç baskısı nedeniyle masaya oturmak zorunda kalır; Rusya ve İran sahadaki varlığını yeni bir dengeye göre ayarlar. Bu senaryoda Suriye tam egemen bir ulus-devlete dönüşemezse de en azından yönetilebilir bir siyasal forma yaklaşır.

Bu üç senaryonun ortak noktası gayet açıktır. Suriye kendi kendini toparlayabilecek bir kapasiteye sahip değildir. Demografisi parçalanmış, ekonomisi çökmüş, devlet rüştü buharlaşmış, toplumsal dokusu ameliyat edilmiş bir ülkeden bahsediyoruz. Bu enkazın ağırlığını bugün zaten fiilen Türkiye taşıyor.

Türkiye’nin konumu bu nedenle bir tercih değil, bir mecburiyet alanıdır. Ankara sahadan çekildiğinde, oluşacak boşluğu Türkiye’ye dost olmayan aktörler dolduracaktır. Göç baskısı, terör tehdidi, PYD üzerinden bir devletleşme çabası, enerji güvenliği ve jeopolitik kuşatma riskleri büyüyecektir. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye politikasında temel ilke şu olmalıdır:

Çatışma son çaredir.  Soğukkanlı strateji ilk prensiptir. Araç seti mümkün olduğunca sofistike ve çeşitli olmalıdır. Sahadaki her hamle, uluslararası meşruiyet zeminini büyütecek şekilde kurgulanmalıdır.

Türkiye sahada varlığını korudukça, bölgesel denge ayakta kalacaktır. Türkiye geri çekildiğinde ise ortaya çıkan boşluk kontrolsüz güçlere alan açmaktadır. Bu gerçek, Ankara’yı pasif bir izleyici değil, düzen kurucu bir aktör olmaya zorlamaktadır.

Tarihe düşülmesi gereken not şudur:

Suriye bugün halihazırda bir devlet değil, haritada bir renk, literatürde bir isim ve sahada büyük ölçüde bir enkazdır. Onu yeniden “devlete benzer” bir forma yaklaştıracak olan şey, kaba kuvvetin çokluğu değil; aklın soğukkanlılıkla işletilmesi, zamanlamanın doğruluğu ve araçların sofistikasyonudur.

Türkiye bu prensibi koruduğu sürece, Suriye dosyasında yük taşıyan değil, düzen kuran bir özne olarak kalabilecektir. Aksi hâlde sahada elde ettiği her taktik kazanım, masada telafisi zor stratejik kayıplara kapı aralayabilir. Gerçeklik sert ama nettir:

Ez cümle; Suriye, Türkiye olmadan toparlanamaz; Türkiye ise Suriye’yi görmezden gelerek kendini koruyamaz.

Bugün Suriye gerçeği, bütün çıplaklığıyla şunu söylemektedir: Türkiye olmadan Suriye’nin toparlanması yapısal olarak mümkün değildir. Çünkü Suriye coğrafyası, tarihsel hafızası, sosyolojik damarları, ekonomik dolaşım ağları ve güvenlik mimarisi itibarıyla Türkiye ile birbirine eklemlenmiş bir kader bölgesidir. Türkiye’nin olmadığı bir yeniden inşa denemesi ne sahada tutunabilir ne de uluslararası meşruiyet kazanabilir.

Aynı ölçüde açıktır ki, Türkiye de Suriye’yi görmezden gelerek kendi güvenliğini, toplumsal bütünlüğünü ve jeopolitik çevresini koruyamaz. Suriye’deki her kırılma Türkiye’ye yansımakta her boşluk terör örgütleri tarafından doldurulmakta her sosyopolitik çöküş yeni bir göç dalgası üretmekte her güç boşluğu Türkiye’nin sınırlarını değil, devletin orta vadeli güvenlik parametriklerini etkileyen sonuçlar doğurmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye politikası bir “seçenek” değil, bir zorunluluklar mimarisidir.

Türkiye, içeride ve dışarıda aynı anda yönetmek zorunda kaldığı çok katmanlı baş ağrılarına, ekonomik baskılara, diplomatik kuşatmalara, bölgesel rekabetin keskinleşmesine, terör örgütlerinin hibrit saldırılarına rağmen Suriye meselesinde omurgalı bir devlet aklını korumayı başarmıştır. Bu omurgayı mümkün kılan üç temel sütun vardır:

Milli İstihbarat Teşkilatı’nın sahadaki sofistike bilgi ağı ve diplomatik–operasyonel kapasitesi.

MİT, yalnızca terörle mücadelede değil, yerel aktörlerle temas kurmada, güvenlik mimarisini yeniden dizayn etmede ve bölgesel güçlerin hamlelerini önceden okuyup etkisizleştirmede benzersiz bir derinlik üretmiştir.

Dışişleri Bakanlığı’nın çok katmanlı, kriz diplomasisini kural koyucu bir seviyede yürüten kurumsal tecrübesi.

Ankara, hem Arap dünyasıyla yeniden normalleşme süreçlerini yönetmiş, hem Rusya–ABD ekseninin çelişkili pozisyonları arasında manevra alanı yaratmış, hem de Suriye’deki gerçeklik üzerinden rasyonel bir diplomatik zemin kurmuştur.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uluslararası sistemde artık istisna hâline gelen uzun süreli siyasal tecrübesi.

Bugün dünyada yirmi yılı aşkın kesintisiz liderlik birikimine sahip devlet adamlarının sayısı yok denecek kadar azdır. Erdoğan’ın bu birikimi, Suriye dosyasında yalnızca bir “tecrübe” olmak ötesinde uluslararası aktörlerin davranış kalıplarını, bölgesel güç ilişkilerini ve sahadaki dengeleri doğru okuma kapasitesine dönüşmüş stratejik bir avantajdır.

Tüm bu unsurların ortak sonucu şudur:

Türkiye, Suriye’de ne edilgen bir izleyici ne de duygusal reflekslerle hareket eden bir aktördür; rasyonel, hesaplı, uzun vadeli ve jeopolitik derinliği olan bir devlet aklıyla hareket etmektedir.

Bu gerçek hem sahada hem masada herkes tarafından görülmekte ve yeterince de takdir edilmektedir. Suriye’nin geleceği, Türkiye’nin bu omurgalı duruşuna temas ettikçe şekillenecek, Türkiye de kendi güvenlik mimarisini Suriye’nin düzeniyle de eşzamanlı kuracaktır.

Bugünün bölgesel geometrisinde tarihsel zorunluluk nettir: Suriye Türkiye’siz iyileşemez, Türkiye Suriye’siz kendini koruyamaz.

Ve bu kader denkleminde oyunu kuran taraf, sahadaki varlığı, diplomatik ağı ve devlet aklının sürekliliğiyle Türkiye’nin kendisidir.

Haberdar Olun

Yeni yazılardan haberdar olmak adına mail'inizi ekleyin.

Haberdar Olun

Yeni yazılardan haberdar olmak adına mail'inizi ekleyin.