22 Aralık 2025 11:52

Balans Üreten İttifaktan Balans Arayan Mimariye NATOnun Stratejik Devinimi ve Türkiyenin Edilgenlikten Etkenliğe Rol Değişiminin Sebepleri

Balans Üreten İttifaktan Balans Arayan Mimariye NATOnun Stratejik Devinimi ve Türkiyenin Edilgenlikten Etkenliğe Rol Değişiminin Sebepleri

2000’li yıllar…

Siyaset Akademisi koordinatörlük günleri, 20’li yaşların idealizmiyle yola birlikte çıkma kararı verdiğim iki arkadaşımla adeta çocuğumuz gibi üzerine düşerek rasyonalize ettiğimiz kapı kapı dolaşıp kabul sağladığımız akademiyi geliştirmek amacıyla; Türkiye’de ve dünyada siyaseti merkeze alan, doğrudan siyasetçi yetiştirmeyi hedefleyen yapıları araştırıyor, yürüttüğümüz çalışmayı daha ileriye taşımak için iyi örneklere odaklanıyoruz.

Bu arayış, kısa sürede Türkiye’de bu alanda gerçekten dikkate değer örneklerin son derece sınırlı olduğunu göstermişti. Hatta açık biçimde ifade etmek gerekir ki, o dönem itibarıyla Siyaset Akademisi yalnızca bizim için değil diğer partiler, sivil toplum kuruluşları ve üniversiteler açısından da en nitelikli ve en bütünlüklü örnek konumundaydı. Dönemin siyasi ikliminin de etkisiyle bazı partiler siyaset akademisi ya da siyaset okulu kurma niyetiyle doğrudan bizim ile temasa geçiyor ve danışmanlık talep ediyor, bazıları ise bir staj hassasiyetiyle akademimize öğrenci olarak kayıt yapıyorlar ve edindikleri tecrübeyi müntesibi oldukları kendi partilerine aktarmaya çalışıyorlardı.

Bu süreçte yaptığım araştırmalar ve karşılaştırmalı okumalar, daha genel bir sorunu da görünür kıldı. Siyaset, yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da büyük ölçüde alaylı biçimde öğrenilen bir faaliyet alanıydı. En fazla, sınırlı kapsamlı hizmet içi eğitimlerle destekleniyor; siyasal düşünceyi derinleştiren, kurucu bir perspektif kazandıran mektepli bir formata nadiren kavuşuyordu. Çoğu zaman bu alandaki ihtiyaç ya yeterince fark edilmiyor ya da fark edilse bile içerik ve yöntem bakımından karşılığı verilemiyordu. Mektepli siyaset iddiasıyla ortaya çıkan girişimler ise pratik siyasetin en sığ alanlarında sıkışıyor, halkla ilişkiler ve iletişim tekniklerinin gölgesinde yavanlaşmak sureti ile toplumsal gerçeklik ve siyasal derinliğini kaybediyordu.

Buna karşılık, özellikle Avrupa’da, Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Rusya’da, devletler tarafından koordine edilen ve hedef kitlesi ağırlıklı olarak bürokrasi olan daha sistemli yapılar dikkat çekiyordu. Bu yapılar, doğrudan siyasetçi yetiştirmekten ziyade, devlet aklını süreklileştirecek kadroları ortak bir zihniyet ve dil etrafında şekillendirmeyi amaçlıyordu. Ancak siyasi partilerin kendi bünyelerinde yürüttükleri eğitim faaliyetleri, bizde olduğu gibi bu ülkelerde de çoğunlukla hizmet içi eğitim düzeyini aşamıyor; siyasal derinliği ve kurucu etkisi sınırlı çalışmalar olarak kalıyordu.

Bütün bu tablo, Siyaset Akademisi’nde yürüttüğümüz çalışmanın anlamını ve zorluğunu daha da belirginleştiriyordu. Asıl mesele, siyaseti teknik beceriler toplamı olarak öğretmek değil; siyasal düşünceyi, karar alma refleksini ve tarihsel sorumluluk bilincini birlikte inşa edebilecek bir eğitim zemini kurabilmekti. Bu da ancak bilinçli, sistemli ve uzun vadeli bir siyasal eğitim anlayışıyla mümkün olabilirdi.

Arayışım ve araştırmalarım esnasında dikkatimi çeken hususlardan biri, ilginç olarak NATO’nun bu alanda son derece yoğun ve kurumsallaşmış bir faaliyet hattı işletiyor olmasıydı. Bir tarihçi olarak zihnimde büyük ölçüde bir savunma paktı olarak yer etmiş olan NATO’nun, siyaset alanına bu denli sistematik biçimde yatırım yapıyor olması, yerleşik algımı zorlayan bir tabloyla karşılaşmama yol açtı. Görünen oydu ki NATO, yalnızca askerî bir ittifak değildi. NATO haddizatında siyaseti merkeze alan, siyasal düşünceyi ve kadro üretimini ittifakın sürekliliği açısından stratejik bir unsur olarak ele alan bir yapıydı.

NATO’nun “siyaset okulu” olarak işleyen mimarisi; Brüksel’deki NATO Siyasi İşler ve Güvenlik Politikası Dairesi’nin (Political Affairs and Security Policy Division) siyasi aklı üretmesi, NATO Kamu Diplomasisi Dairesi’nin (Public Diplomacy Division) bu aklı normatif bir anlatıya dönüştürmesi ve Roma’daki NATO Savunma Koleji’nin (NATO Defense College) üst düzey kadroları bu çerçeve içinde sosyalleştirmesi üzerinden bütünleşik bir yapı arz etmektedir. Bu üçlü mekanizma, müttefik ve ortak ülkelerden gelen sivil, bürokratik, siyasi ve askerî karar alıcıları aynı tehdit dili, aynı kriz okuması ve aynı stratejik koordinasyon anlayışı etrafında uzun vadeli olarak biçimlendirmektedir. Bahsi geçen yapıların işlevi, NATO’nun askerî kapasitesini tamamlayan bir yan unsur üretmekten ötede; ittifakın siyasal sürekliliğini garanti altına alan ortak bir zihinsel zemin inşa etmektir. Ortak siyasal dilin kurulması, elitlerin aynı ağ içinde sosyalleştirilmesi ve Atlantik düzeninin normatif meşruiyetinin yeniden üretilmesi, NATO’nun gücünü “doğal”, liderliğini “meşru” ve itirazı “uyumsuzluk” olarak kodlayan bu siyasal pedagojinin temel çıktılarıdır.

1950–1990 Arası Komünizmle Mücadele Mimarisi

Türkiye’nin Kore Savaşı’nda ödediği diyet ve gösterdiği rüşt akabinde 1952’de NATO’ya katılımı, genellikle askerî güvenlik ihtiyacı ve Sovyet tehdidi üzerinden okunur. Oysa bu üyelik, yalnızca savunma mimarisine eklemlenmek olarak okunmamalıdır. Türkiye’nin siyasal alanının, ideolojik önceliklerinin ve iç güvenlik reflekslerinin de Atlantik sistemine göre yeniden kodlanması anlamına gelmektedir. 1950–1990 arası dönem, NATO’nun Türkiye’de askerî olduğu kadar siyasal ve ideolojik bir düzenleme gücü olarak da etkili olduğu bir zaman dilimidir. Bu etkinin merkezinde, Soğuk Savaş’ın asli ekseni olan komünizmle mücadele yer alır. Türkiye, Sovyetler Birliği’yle doğrudan sınırı olan, ilaveten de güçlü bir sol entelektüel damar barındıran ve 1960’lardan itibaren ideolojik kutuplaşmanın hızla derinleştiği bir ülkedir. Bu nedenledir ki NATO açısından Türkiye, yalnızca “savunulacak bir cephe” değildir. Türkiye aynı zamanda siyasal olarak kontrol altında tutulması gereken bir alan olarak görülmüştür.

Komünizmle Mücadele Dernekleri ve Sivil Alanın Siyasallaşması

1950’lerden itibaren Türkiye’de ortaya çıkan Komünizmle Mücadele Dernekleri, bu sürecin en görünür ama aynı zamanda en eksik ve çoğu zaman da yanlış okunan araçlarından biridir. Bu yapılar, çoğu zaman yalnızca yerli reflekslerin ürünü ya da spontane antikomünist tepkiler olarak sunulmaktadır. Oysa bu dernekler, NATO’nun özelde de ABD’nin, Avrupa’nın birçok ülkesinde eşzamanlı olarak teşvik ettiği daha geniş bir siyasal mobilizasyon stratejisinin sadece Türkiye ayağıdır.

Bu derneklerin temel işlevi, komünist ideolojiyi eleştirmek yanında sol düşünceyi meşruiyet dışına itmek, devlet–millet–din eksenini ideolojik bir set hâline getirmek, üniversiteler, sendikalar ve basın üzerinde ideolojik baskı alanları oluşturmaktır. Yine bu çerçevede antikomünizm, Türkiye’de yalnızca bir dış politika refleksi olarak kalmamış, iç siyasetin düzenlenmesinde kullanılan kurucu bir ideolojik araç hâline gelmiştir. NATO’nun doğrudan “talimat veren” bir aktör olarak sahneye çıkmasından ziyade, bu ideolojik hattı meşrulaştıran, finanse eden ve normatif olarak destekleyen bir çerçeve sunduğu görülür.

Gladio, Özel Harp Konsepti ve Görünmeyen Siyasetin (Derin Devletin) Kimyası

Bu dönemin bir diğer kritik boyutu, NATO’nun olası bir işgal durumunda ülkeler içinde gizli direniş ağları oluşturmayı öngören ve literatürde “stay-behind” yapılanmaları olarak bilinen güvenlik mimarisidir. Türkiye’de bu yapı, uzun süre Özel Harp Dairesi üzerinden kurumsallaştırılmıştır. Resmî anlatıya göre bu yapılanmaların temel amacı, muhtemel bir Sovyet işgaline karşı direniş kapasitesi oluşturmaktır. Ancak pratikte bu mekanizmalar, Türkiye’de iç siyasal dengeyi etkileyen; başta sol hareketler olmak üzere çeşitli siyasal fraksiyonları baskılayan ve zaman zaman toplumsal gerilimi yönlendiren bir işlev de üstlenmiştir.

Burada dikkat edilmesi gereken temel husus şudur: NATO, Türkiye’de doğrudan siyaset yapan bir aktör gibi davranmamıştır. Bunun yerine, devlet içi güvenlik aklını biçimlendiren üst bir çerçeve inşa etmiştir. Bu çerçeve içinde hangi tehditlerin “asli”, hangilerinin “ikincil” olduğu; hangi siyasal hareketlerin “tolere edilebilir”, hangilerinin ise “varoluşsal tehdit” olarak kodlanacağı büyük ölçüde belirlenmiştir.

İdeolojik Sertleşme ve Kontrollü Kaos Politikası

1960’lardan itibaren Türkiye’de solun sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik vaziyetteki müsaitlikten de kaynaklı toplumsal karşılık bulması, NATO açısından risk algısını artırmıştır. 1968 dalgası, öğrenci hareketleri, sendikal örgütlenme ve entelektüel üretim; Türkiye’yi yalnızca askerî değil, ideolojik bir cephe ülkesi hâline getirmiştir. Bu dönemde antikomünizm, savunmacı bir refleks olmaktan çıkarak ofansif bir siyasal dile dönüşmüştür.

Komünizmle Mücadele Dernekleri ile bunların içinden türeyen dernek, vakıf, örgüt ve cemaat yapıları; bunlara eşlik eden paramiliter gençlik yapılanmaları, medya dili ve devlet içi güvenlik aygıtları, zaman içinde son derece sofistike bir biçimde aynı ideolojik koordinat üzerinde hareket etmeye başlamıştır. Bu çok katmanlı yapı, yalnızca örgütsel bir yakınlaşmayla yetinmemiş, tehdit algısı, söylem üretimi ve meşruiyet dili bakımından da ortaklaşmış bir zihinsel evrenin inşa edildiğini göstermektedir. Bu atmosferde dikkat çekici bir başka husus ise, komünizmle mücadele gerekçesiyle hareket eden bu yapının, kimi durumlarda karşısına aldığı komünist ya da sol örgütlerin oluşum süreçlerine de dolaylı ya da doğrudan etki etmiş olmasıdır. Bazı örgütlerin bizzat bu güvenlik mantığı içinde kurulduğu veya teşvik edildiği; bazı mevcut yapıların ise sert biçimde polarize edilerek liderlik kadrolarının derin müdahaleler yoluyla kontrol altına alındığı yönündeki bulgular, dönemin siyasal mühendislik kapasitesine işaret etmektedir.1970’lerin sonuna gelindiğinde ortaya çıkan yüksek şiddet ortamı, kamuoyunda çoğu zaman “kontrolsüz kaos” olarak anlatılsa da Soğuk Savaş’ın hâkim mantığı içinde bu durum daha ziyade “yönetilebilir bir istikrarsızlık” olarak okunmuştur. Bu istikrarsızlık, siyasal alanın yeniden tanzimi için işlevsel bir zemin üretmiş; güvenlik öncelikli devlet aklının toplumsal ve siyasal meşruiyetini tahkim eden bir araç hâline gelmiştir.

12 Eylül Sonrası Türkiye: Askerî Müdahale ve NATO Balansı

12 Eylül 1980 müdahalesi, NATO–Türkiye ilişkisinde yalnızca askerî değil, siyasal bir eşik oluşturmuştur. Müdahale sonrasında solun sistematik biçimde tasfiye edilmesi, sendikal alanın daraltılması ve üniversitelerin ideolojik olarak yeniden düzenlenmesi, NATO’nun Soğuk Savaş boyunca benimsediği güvenlik ve istikrar merkezli balans anlayışıyla örtüşmüştür. Bu süreçte NATO, doğrudan müdahil görünmeden, Türkiye’de siyasal alanı yönlendiren ve çoğu zamanda daraltan ve güvenlik eksenli devlet aklını kalıcılaştıran bir dengeleyici çerçeve üretmiştir.

NATO–Türkiye İlişkisinin Siyasal Düzlemi

1950–1990 arası NATO–Türkiye ilişkisi, salt bir askerî ittifak kronolojisi olarak okunmamlıdır. Bu dönem, Türkiye’de siyasal alanın ideolojik olarak yeniden kodlandığı; antikomünizmin bir güvenlik refleksinin de üzerinde, devlet aklının kurucu ekseni hâline geldiği bütüncül bir siyasal mühendislik sürecidir. Sivil ve askerî yapılar, bu eksen etrafında yeniden hizalanmış; siyasal çoğulluk, güvenlik merkezli bir istikrar anlayışı lehine daraltılmıştır.

Bu tarihsel çerçeve, NATO’nun mahiyetine dair temel bir gerçeği açığa çıkarmaktadır. NATO, kuruluşundan itibaren bir savunma örgütü olmak yanında ortak bir tehdit dili, siyasal refleks ve stratejik akıl üreten bir denge mimarisidir. Askerî kapasite bu mimarinin aracıdır ve belirleyici olan ise siyasal uyum ve ideolojik eşgüdümdür.

Son yıllarda NATO’nun transatlantik düzlemde daha sert ve daha açık biçimde tartışılması, yüzeysel okumalarda bir çözülme işareti olarak yorumlanmaktadır. Oysa bu tablo, ittifakın askerî gücünün ya da Atlantik mimarinin işlevsizleştiğinin dışında hegemonik maliyet–getiri dengesinin ve stratejik koordinasyon kapasitesinin yeniden tartıldığını göstermektedir. Tartışılan şey NATO’nun varlığı değil, sürdürülebilirliğidir.

Bu nedenle NATO bugün bir meşruiyet krizi yaşamamaktadır ve yaşanan, hegemonik sürdürülebilirlik testidir. Büyük stratejik düzenler salt normatif sadakatle hareket etmezler. Bilakis işlev üretme kapasitesiyle de ayakta kalırlar. İttifakların sorgulanması, onların reddi olmak yanında değişen güç dağılımı altında hangi denge işlevlerini hâlâ yerine getirebildiklerinin ölçülmesidir.

Analitik hata, bu süreci güncel söylemler, lider profilleri ya da dönemsel üslup üzerinden okumaktır. Kişiler geçicidir ve stratejik mimariler ise ancak koşullar değiştiğinde yeniden ayarlanır. Bugün NATO etrafında kullanılan dil, bir kopuşun söylemi olmak yanında ittifakın kuruluşuna içkin olan koşulluluk ilkesinin yeniden hatırlanmasının ifadesidir.

Beyin Ölümü Teşhisi Etrafındaki Tartışmalar -NATO’da Stratejik Koordinasyon Sorunu

2019 yılında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından dile getirilen “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” ifadesi, dillendiren kişinin şahsının özelliklerinden de olsa gerek bir polemik ya da provokasyon olarak algılansa da haddizatında derinlerde ima ettikleri fazlasıyla düşünmeye değerdir. Bu söylem evvelen stratejik bir teşhis olarak ele alınmayı söyleyeninden bağımsız ziyadesiyle hakketmektedir. Macron’un kullandığı kavram kesinlikle ayak üstü, doğaçlama ve tesadüfî değildir. Olsa olsa devlet derinliği ve gerçekliği saygıya değer Fransız Devlet aklının mahsulü olan  “Beyin ölümü” söylemi, NATO’nun askerî varlığının sona erdiğini işaret etmez, bilakis stratejik karar alma ve kolektif yön tayini kapasitesinin felce uğradığı iddiasını işaret etmekte belki de bu yalın ve lakin gölgedeki  gerçeği tartışmaya açmak için söylenmiştir.

Bu teşhis, ittifakın uçak, tank, asker ya da bütçe yetersizliğinden ziyade, siyasal-stratejik koordinasyon boşluğuna işaret etmektedir. Özellikle ABD’nin Avrupa güvenliğini doğrudan etkileyen bazı kararları, müttefiklerle önceden ve kurumsal bir istişare yürütülmeksizin alınmış; bu durum, NATO’nun askerî bir yapı olarak varlığını sürdürmesine rağmen ortak stratejik akıl üretme kapasitesinin zayıfladığı algısını güçlendirmiştir. Emmanuel Macron’un çıkışı, bu rahatsızlığı yüksek sesle kayda geçirme girişimi olarak okunmalıdır. NATO fikrinin ilk kez İngiltere ile Fransa tarafından dile getirilmiş olması, bu eleştirinin tarihsel ve siyasal ağırlığını ayrıca dikkate değer kılmaktadır.

ABD’nin bu ifadeye verdiği tepki o günlerde gayet sert oldu. Washington, bu teşhisi en üst makamlar nezdinde ittifak dayanışmasını zedeleyici ve sorumsuz bir söylem olarak nitelendirdi. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, ABD’nin itirazının teşhisin kendisine olmadığı bilakis teşhisin kamusal biçimde ve bu kadar net bir kavramla dile getirilmesine yönelmiş olmasıdır. O aşamada ABD açısından temel öncelik, NATO’nun stratejik meşruiyetinin kamusal alanda aşınmasını engellemek olmuştur.

Ne var ki zaman içinde ortaya çıkan tablo, ironik biçimde Macron’un işaret ettiği sorunun ortadan kalkmadığını; aksine daha sistematik ve görünür hâle geldiğini göstermektedir. Bugün NATO’nun maliyeti, yük paylaşımı, operasyonel katkı dengesi ve stratejik öncelikleri ABD tarafından açık biçimde yeniden tanımlanırken kullanılan dil, fiilen şu gerçeği teyit etmektedir: NATO askerî olarak ayaktadır ve ancak stratejik koordinasyon bakımından yeniden yapılandırılmaya muhtaçtır. Bu yeniden yapılanmanın maliyetinin kim tarafından ve hangi siyasal bedellerle üstlenileceği konusunda ise belirgin bir belirsizlik söz konusudur. Bahsi geçen bu durum sıklıkla sert ve çekincesiz biçimde dile getirilen “beyin ölümü” iddiasının NATO için gerçekleştiği anlamına gelmese de ittifakın karar alma ve stratejik eşgüdüm fonksiyonlarının yeniden düzenlenmesi gereken bir evreye girildiğini açıkça göstermektedir.

NATO’nun Kuruluş Anına Geri Dönüş: 1945–1949 Konjonktürü

NATO kuruluş sürecini doğru okumak için yine NATO’nun kuruluş konjonktürüne dönmek gerekir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa, stratejik anlamda bir özne olmaktan uzaklaşmış ve özellikle Rusya için bir güç boşluğu hâline gelmiştir. Savaş, yalnızca şehirleri yıkmamış, demografiyi adeta katletmiş, sosyolojiyi tahrip etmiş, nüfusu düşürmüş ve yine aynı zamanda askerî kapasiteyi, endüstriyel üretim yeteneğini ve lojistik sürekliliği de tüketmiştir. Avrupa devletleri, tek başlarına kendi güvenliklerini sağlayabilecek durumda değildirler. Bu boşluğun karşısında Sovyetler Birliği gayet zinde ve haris bir ruh haliyle vardır. Kızıl Ordu’nun Doğu Avrupa’daki yoğun ve iştahlı konuşlanması, bir tehdit senaryosundan ziyade mevcut bir güç realitesi oluşturmaktadır. Avrupa güvenliği, uzun vadeli bir denge sorunu olmaktan çıkmıştır ve acil ve yapısal bir mesele hâline gelmiştir.

Aynı dönemde ABD, tarihsel refleksleriyle uyumlu biçimde, savaş sonrası yeniden yüz elli yıllık konfor alanı olan içe kapanma baskısıyla karşı karşıyadır. Kalıcı ittifaklar ve sürekli kıta konuşlanmaları, Amerikan stratejik kültürünün doğal unsurları değildi. Bu durum, ABD açısından temel bir ikilem yaratmıştır. Avrupa’dan çekilmek Sovyet hâkimiyetini kabullenmek anlamına gelecektir ve fakat Avrupa’da kalmak ise geçici ve dağınık düzenlemelerle sürdürülemez.

NATO işte tüm bu gerçekliğin ve ikilemin içinde kurumsal cevap olarak doğmuştur. İttifakın asli işlevi, Avrupa’yı savunmaktan ziyade, ABD’nin Avrupa’dan kopmasını yapısal olarak engellemektir. NATO, ABD gücünü Avrupa güvenliğine bağlayan ve bu bağı geçici bir tercihten çıkarıp kurumsal bir zorunluluk hâline getiren bir mimari olarak tasarlanmıştır. Burada şu detayı ve kısmen varsayımı da anmak durumundayız. 1946 sonrası konjonktürde Rusya siyasal alanda hegemonyasını SSCB (iç çember) ve Varşova Paktı (dış çember) ile tesis etme yoluna gitmişti. ABD ise nüfuz alanında arada bir okyanus olduğu için ancak Varşova Paktı’na karşılık olarak NATO ile sınırlı kalmış, Avrupa Birliği teşebbüsünün ilk formundan itibaren kendi çıkarları açısından kuşku ile karşılamıştır.

Caydırıcılığın Mimarisi ve Koşulluluk İlkesi

Bu nedenle NATO, klasik anlamda bir ittifak olarak okunmamalıdır. NATO, kurumsallaştırılmış bir caydırıcılık düzenidir. “Kötü gün akitleşmesi” olarak tanımlanabilecek Beşinci Madde, hukuki bir otomatiklikten ziyade, stratejik belirsizliği ortadan kaldıran bir sinyal mekanizması işlevi görür. Avrupa’ya yönelik doğrudan (Yugoslavya örneği) ya da dolaylı (Afganistan–El Kaide) bir saldırının, ölçeği ne olursa olsun, ABD ile doğrudan bir çatışma riskini içermesi, bu caydırıcılık mimarisinin temelini oluşturmuştur.

Ancak bu mimarinin doğasında bir koşulluluk her zaman mevcuttur. ABD’nin Avrupa’ya angajmanı, Avrupa’nın da kendi stratejik ağırlığını üretmesi varsayımına dayanıyordu. NATO hiçbir zaman karşılıksız bir güvenlik garantisi olmadı. İttifak, hegemonik maliyetin paylaşılabildiği ölçüde sürdürülebilir kabul edildi.

Bugün yeniden gündeme gelen maliyet, katkı ve yük paylaşımı tartışmaları, bu koşulluluğun ihlali olmanın aksine yeniden hatırlatılmasıdır. ABD’nin kullandığı dil, NATO’yu dağıtma arzusundan öte ittifakı, kurucu mantığıyla uyumlu hâle getirme ihtiyacından beslenmektedir.

Trump’ın II. Döneminde NATO Tartışmaları- Atlantik Mimarinin Yeniden Ayarı ve Türkiye

Bugün NATO etrafında yaşanan tartışmalar, bir çözülme midir kesin bir kanaat için henüz erken bir safhadayız. Kesin olan ise yaşananlar Atlantik güvenlik mimarisinin yeniden ayarlanmasına işaret etmektedir. Emmanuel Macron’un yıllar önce işaret ettiği stratejik koordinasyon sorunu, bugün farklı bir dil ve araç setiyle yeniden ele alınmaktadır. Bu tablo, ABD’nin tutarsızlığına işaret eder gözükse de haddizatında değişen koşullar altında izlediği stratejik sürekliliğe işaret etmektedir.

NATO askerî olarak varlığını sürdürmektedir; ancak ittifakın beyni, yani stratejik yön tayini ve yük paylaşımı mekanizması yeniden yapılandırılmaktadır. Bu süreç, NATO’nun sonunu değil; hangi koşullar altında anlamlı ve işlevsel kalacağının yeniden tanımlanmasını ifade eder. İttifakın varlık sebebi olan Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının üzerinden neredeyse otuz beş yıl geçmiştir. Bu süre zarfında Asya-Pasifik’te, Çin’in başını çektiği ve nüfus avantajını siyasal ve ekonomik nüfuza dönüştürmeye yönelen, sayıca kalabalık ve iddialı aktörler öne çıkmıştır. Bu gelişmeyi, benzer saiklerle hareket eden; özgünleşme ve özgürleşme arayışını geçmişe kıyasla daha güçlü ve nitelikli biçimde hisseden Afrika ülkelerinin yükselen jeopolitik görünürlüğü takip etmektedir.

Doğru çerçeve kurulduğunda, bir sonraki soru kaçınılmaz hâle gelmektedir. Türkiye, yeniden ayarlanan bu mimarinin neresinde durmaktadır? Bu soru, tarihsel bir zorunluluğun güncel stratejik kaldıraçlara nasıl dönüştürülebileceği meselesini de vuzuha kavuşturacaktır.

Gerekir mimari ilk kurulduğunda, NATO’nun yalnızca Avrupa merkezli bir güvenlik düzenlemesi olmadığı kısa sürede ortaya çıkmıştır. İttifakın sürdürülebilirliği, geçmişte Sovyet kara gücünün çevrelenmesi kadar bu çevrelemenin hangi coğrafi derinlikte ve hangi süreklilikle tesis edileceğine bağlıydı. Avrupa kıtasının askerî ve endüstriyel zayıflığı, caydırıcılığın yalnızca Orta ve Batı Avrupa hattında kurulmasını yetersiz kılmıştır. Güney ekseni açık kaldığı sürece, kurulan caydırıcılık mimarisi tamamlanmış sayılmamıştır.

Türkiye’nin konumu, normatif yakınlık ya da siyasi tercihlerin çok ötesinde, yapısal bir zorunluluk olarak öne çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Balkanlar’ın, Kafkasya’nın ve Karadeniz havzasının hızla Sovyet nüfuz alanına girmesi, Türkiye’yi klasik anlamda bir “kenar ülke” olmaktan çıkararak, doğrudan temas hattına dönüştürmüştür. Türkiye artık yalnızca kendi güvenliğini değil, kurulan Atlantik caydırıcılık mimarisinin coğrafi bütünlüğünü de ilgilendiren bir konumda yer almaktaydı.

Konumu Türkiye açısından yüksek bir stratejik değer üretmekle birlikte, aynı ölçüde yüksek bir kırılganlık da doğurmuştur. Savaş sonrasında Türkiye, 2000’ler sonrasındaki durumun bir hayli uzağında tek başına sürdürülebilir bir caydırıcılık üretebilecek endüstriyel, ekonomik ve askerî kapasiteden yoksundu. Tarafsızlık, coğrafi tamponlar ve büyük güçler arası dengeli mesafe gerektirirdi ve Türkiye bu imkânlardan yoksundu. Bölgesel güvenlik düzenlemeleri ise, Sovyet baskısının doğrudan hissedildiği bir çevrede fiilen mümkün değildi. Bu koşullar altında Türkiye için NATO üyeliği bir yönelim ya da tercih olmanın çok üzerinde, egemenliğin korunması için gerekli asgari güvenlik çerçevesi mahiyetindeydi.

Türkiye’nin içinde bulunduğu mecburiyet, pasif bir eklemlenme anlamına gelmemiştir. Türkiye’nin NATO’ya dâhil oluşu, ittifakın kurucu mantığıyla uyumlu biçimde, yalnızca güvenlik talep eden değil, güvenlik üreten bir aktör olma iddiasını da beraberinde getirmiştir. Türkiye, Sovyet baskısını dengelemek için caydırıcılığı dışsallaştırırken, aynı zamanda bu caydırıcılığın güney eksenini taşıyan asli unsurlardan biri hatta birincisi hâline gelmiştir. Karadeniz–Akdeniz geçişinin denetimi, Orta Doğu’ya açılan kapı ve Sovyet çevrelemesinin güney halkası, NATO mimarisinde Türkiye’yi vazgeçilmez kılan unsurlar olmuştur.

Böylelikle Türkiye’nin NATO içindeki yeri, niceliksel katkıdan da ziyade niteliksel tamamlayıcılık üzerinden tanımlanmalıdır. Türkiye, ittifak için bir yük ya da tali bir kanat olarak değerlendirilemez. Türkiye çevreleme stratejisinin coğrafi olarak tamamlanmasını sağlayan bir stratejik düğüm noktasıdır. Türkiye olmadan NATO’nun güney ekseni eksik kalmakta, caydırıcılık mimarisi coğrafi bütünlüğünü yitirmektedir.

Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılımı da bu bağlamda okunmalıdır. Bu adım, içerden bir bakışla çoğu zaman sembolik bir sadakat göstergesi olarak yorumlansa da gerçekte NATO’nun kurucu mantığına uygun bir fonksiyon beyanıdır. Türkiye, yukarıda da kısmen işaret edildiği üzere yalnızca güvenlik talep eden değil, kolektif güvenliğin maliyetini üstlenmeye hazır olduğunu göstererek, ittifakın yük paylaşımı ilkesine fiilen dâhil olmuştur. Adeta üyelik için bir rüşt beyanı, bir diyet ödemesi ve denk ilişki bedelidir bu katılım. Türkiye için NATO’ya kabul, bu nedenle bir ödül değil; işlevsel uyumun ve stratejik gerekliliğin tescili olmuştur.

Bugün NATO’nun yeniden tartıldığı, hegemonik maliyetlerin ve stratejik koordinasyonun yeniden ölçeklendiği bir dönemde, Türkiye’nin bu tarihsel konumu yeniden anlam kazanmaktadır. Çünkü ittifakın güncel sorunu, normatif birlikten ziyade stratejik işlevselliktir.

Türkiye’nin NATO içindeki değeri artık tarihsel hatıralar üzerinden okunmamalı bilakis yeniden ayarlanan mimari içinde üretebildiği stratejik kaldıraçlar üzerinden değerlendirilmelidir. Yeni caydırıcılık dili, soyut bağlılık beyanlarıyla sınırlı kalamaz; somut askerî kabiliyet, coğrafi derinlik ve operasyonel süreklilik üretme kapasitesini esas almak zorundadır. Bu nedenle mesele, Türkiye’nin NATO’ya neden girdiği üzerinden mütalaaya açılmamalıdır. Mesele Türkiye’nin yeniden tanımlanan NATO mimarisinde nasıl konumlanacağıdır. Tarihsel mecburiyet, bugün stratejik bir kaldıraç üretme potansiyeli barındırmaktadır; ancak bu potansiyel, otomatik değil, bilinçli bir konumlanma gerektirmektedir.

Bugünün NATO’sunda stratejik değer, artık üyeliğin kendisinden kaynaklanmamaktadır, ittifakın hangi yapısal açığını kapattığınızdan türemektedir. Soğuk Savaş boyunca NATO’nun temel mantığı, statik bir caydırıcılık mimarisi üzerine kuruluydu. Cepheler belliydi, tehdit tekil ve öngörülebilirdi, kuvvet tahsisi coğrafi olarak nispeten sabitti. Bu dönemde stratejik değer, büyük ölçüde konum üzerinden okunuyordu. Ancak günümüzde NATO, aynı mimariyi çok daha akışkan, çok katmanlı ve eşzamanlı krizler üreten bir güvenlik ortamında işletmeye çalışmaktadır. Bu durum, ittifak içinde “nerede durduğunuzdan” çok, ne üretebildiğiniz sorusunu belirleyici hâle getirmiştir.

ABD’nin son yıllarda NATO’ya dair kullandığı kendi içinde gayet tutarlı ve bir o kadar pragmatik dil, tam da bu dönüşümü yansıtmaktadır. Mesele artık ittifaka bağlılık beyanları olmaktan çıkmış, yükün hangi kısmının kim tarafından taşındığı, hangi üyenin operasyonel, endüstriyel ve stratejik süreklilik sağlayabildiğidir. Bu bağlamda “yük paylaşımı” tartışması, sıklıkla yanlış biçimde belki de Trump’ın kişisel özellikleri ve kendine has üslup ve işlevselliğinin de tesiri ile bütçe yüzdelerine (%5) indirgenmektedir. Oysa asıl mesele, kriz anında hangi aktörün hangi boşluğu doldurabildiği, hangi coğrafyada hangi sürekliliği sağlayabildiğidir. NATO’nun yeniden ayarlanması, bu anlamda mali bir pazarlıktan ziyade, işlevsel bir eleme süreci olarak işlemektedir. Bu yeni ölçekte stratejik değer, üç temel eksen etrafında şekillenmektedir: coğrafi derinlik, operasyonel esneklik ve üretim kapasitesi. Türkiye’nin de önem skalasında başlarda gelen coğrafya, hâlâ vazgeçilmez olsa da ancak tek başına yeterli değildir. Operasyonel esneklik, yalnızca askerî güç bulundurmak olmaktan uzaklaşmış, bu gücü farklı senaryolara hızla adapte edebilme kabiliyetine evrilmiştir. Üretim kapasitesi ise artık NATO’nun en kırılgan alanlarından biri hâline gelmiştir. Mühimmat, platform, bakım-idame ve lojistik süreklilik olmaksızın caydırıcılık, kısa vadeli bir varsayım olarak kalmaktadır.

Türkiye, bu yeniden tanımlanan ölçekte tarihsel konumunu otomatik olarak avantaja dönüştürecek okumalar ve dolayısı ile hamleler içinde değildir; ancak en azından son 20 yıl içinde gerçekleştirdiği vizyon değiştirme ve genişletme başarısı ile avantaj üretme potansiyelini elinde tutmaktadır. Türkiye’nin değeri, yalnızca Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’nun kesişiminde yer almasından da ötededir ve bu kesişimde Türkiye’nin hangi işlevleri üstlenebildiğinden kaynaklanacaktır. NATO’nun bugünkü temel sorunu, aynı anda birden fazla cephede süreklilik sağlayabilecek aktör eksikliğidir. Türkiye’nin önemi, tam da bu çoklu cephe gerçeği içinde, Asya’nın içlerinden Afrika’ya oradan da Latin Amerika’ya uzanabilen temeli yüzyılı aşkın süredir atılan ve Recep Tayyip Erdoğan öncülüğünde cesaret edilebilen stratejik süreklilik taşıyabilme kapasitesi ile ölçülecektir.

Bu noktada kritik olan, Türkiye’nin NATO içindeki rolünü yeniden tanımlarken savunmacı bir dil kurmamasıdır. Yeniden ayarlanan mimari, savunma refleksi olmanın dışında; pozisyon üretimi talep etmektedir. Türkiye, ittifak içinde kendisini yalnızca “vazgeçilmez coğrafya” argümanıyla konumlandırdığında, bu değer kolaylıkla müzakereye açılabilir hâle gelmektedir. Oysa coğrafya, kabiliyet ve üretimle birleştiğinde, pazarlık konusu olmaktan çıkar ve yapısal bir zorunluluk hâline gelir.

Bugün NATO’nun fiilen teyit ettiği gerçek şudur: caydırıcılık artık yalnızca askerî varlıkla sürdürülmenin ötesinde kriz sürekliliği ile ölçülmektedir. Bu süreklilik, ani şoklara dayanabilme, uzun süreli gerilimleri yönetebilme ve müttefiklerin yıprandığı anlarda boşluk doldurabilme kapasitesini gerektirir. Türkiye’nin NATO içindeki tarihsel rolü, bu anlamda statik bir miras olmanın yanı sıra yeniden üretilmesi gereken bir fonksiyondur. Bu fonksiyon, otomatik olarak tanınmayacak; ancak üretildiği ölçüde kabul görecektir.

Dolayısıyla bugün gelinen noktada mesele, NATO’nun Türkiye’ye ne vaat ettiği olmaktan fersah fersah uzaktadır. Türkiye’nin NATO’nun yeniden ayarlanan mimarisine ne sunduğudur. ABD’nin ve Avrupa’nın kullandığı yeni dil, bunu açık biçimde göstermektedir. İttifak, artık herkes için aynı ölçüde güvenli bir şemsiye olmamalı; kimin bu şemsiyeyi taşıyabildiğine göre şekillenen bir düzenek hâline gelebilmelidir. Türkiye açısından bu durum, tarihsel mecburiyetin yeni bir stratejik fırsata dönüşebileceği bir eşiğe işaret etmektedir. Gelinen eşik doğru okunduğunda, NATO tartışmaları bir risk alanı olmaktan çıkacak ve konum üretme alanına dönüşecektir. Yanlış okunduğunda ise, Türkiye’yi yeniden “sorgulanan üyeler” kategorisine iten bir belirsizlik üretecektir. Bu yeni dengede Avrupa Birliği ülkelerinin söylemi ayrıca dikkatle okunmalıdır. Çünkü NATO içindeki güç tartımı yalnızca askerî ve mali parametrelerle ölçümlenmemekte, üyeliğin ne anlama geldiğine dair siyasal hiyerarşi dili üzerinden de yürütülmektedir. Son yıllarda bazı AB başkentlerinde zaman zaman belirginleşen, Türkiye’yi NATO içinde “eşit bir stratejik ortak”tan ziyade “işlevsel ama tali bir aktör” olarak konumlandıran söylem, esasen bir normatif üstünlük iddiasının güvenlik alanına taşınmış biçimidir. Bu yaklaşım, Türkiye’nin coğrafi ve operasyonel katkısını kabul ederken, üyeliğin karar alma ve yön tayini boyutunu sınırlama eğilimi taşımaktadır.

Oysa NATO üyeliği, herhangi bir derneğe ya da teknik iş birliği platformuna üyelik gibi okunamaz. NATO, bir güvenlik şemsiyesi olmanın ötesinde egemenlik alanlarına temas eden, askerî planlamadan savunma sanayiine, dış politikadan iç hukuk düzenlemelerine, siyasal ekonomiden insan kaynağı yetiştirme rejimlerine uzanan çok katmanlı bir uyum ve tabiiyet alanı üretmektedir. Bu üyelik yalnızca “korunma” sağlamaz; aynı zamanda neyin, nasıl ve hangi öncelikler çerçevesinde üretileceğini ve planlanacağını da şekillendirir.

SONUÇ:

Geçmişten bugüne ve geleceğe uzanan hatta Türkiye’nin NATO içindeki varlığı, hiçbir aşamada salt askerî bir mesele olarak okunamazdı okunmamalıdır da. Bu üyelik; siyasal, ekonomik, toplumsal ve hatta eğitsel boyutları olan yapısal bir gerçekliktir. ODTÜ’nün bir NATO projesi çerçevesinde savunma Ar-Ge merkezi hüviyetiyle projelendirilmesi örneğinde de görüldüğü üzere, NATO üyeliği yalnızca cepheyle sınırlı kalmayan, insan kaynağı yetiştirme rejimlerinden stratejik düşünce üretimine kadar uzanan derin ve kalıcı etkileşim alanları yaratmıştır. Bu boyut, çoğu zaman görünmez ve fakat en dirençli ve en uzun vadeli etkileri tam da bu alanda üretir.

Tam bu esnada, konuyu teyit eder nitelikte gördüğüm bir hatıramı paylaşmak isterim. Yıl 2016. UNICEF’in MENA Bölge Merkezi’nin bulunduğu Ürdün’ün Amman kentindeyiz. Suriyeli Mülteciler başlıklı bir toplantı vesilesiyle bir iş gezisindeyiz. Ramazan ayıydı ve heyette yer alan, Ürdünlü olmakla birlikte Türkiye UNICEF Ofisi’nde uzman olarak görev yapan bir arkadaşımız, o akşam için bizleri ailesinin evine iftara davet etti.

İftar vaktinden yaklaşık bir saat önce eve ulaştık. Kapıyı, yetmişli yaşlarında, gran-tuvalet giymiş, son derece vakur bir beyefendi açtı. Daha ilk anda şaşkınlığımızı artıran husus, bizi son derece akıcı ve zarif bir Osmanlı Türkçesiyle karşılaması oldu. Saatler boyunca, aynı akıcılık ve incelikle Türkçe sohbet ettik.

Sohbetin başlarında, bu dile ve kültürel aşinalığa dayanarak, yarı espri yarı iltifatla şu soruyu yönelttim: “Siz ya Osmanlı bakiyesi İstanbul kökenli bir aileden geliyorsunuz ya da Ürdün–Lübnan havalisinde mukim Türkmenlerdensiniz.” Aldığım cevap ise, bir tarihçi olarak beni bir kez daha hayrete düşürdü.

Muhatabım, Irak kökenli olduğunu; 1960’lı yıllarda bir program kapsamında burslu olarak Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde mühendislik eğitimi aldığını; Irak Baas Partisi’nde bir dönem genel sekreterlik yaptığını ve hatta Saddam Hüseyin’i partiye bizzat kendisinin dâhil ettiğini anlattı. Devamında ise, Saddam’ın iktidarını tahkim etmesinin ardından kendisini partiden tasfiye ettiğini ve bu süreçte Ürdün’e sığınmak zorunda kaldığını ifade etti.

Sohbetin ilerleyen safhalarında paylaştığı bir başka anekdot ise, Ortadoğu’nun siyasal sosyolojisini anlamak bakımından son derece çarpıcıydı. Bölgedeki İngiliz ve Amerikan hegemonyasının en etkili insan kaynağı devşirme ve nüfuz inşa araçlarından birinin mason locaları olduğunu; Saddam dâhil olmak üzere pek çok Ortadoğu liderinin bu yapılar üzerinden sisteme entegre edildiğini dile getirdi.

Bu tarihsel anekdot, bende Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin odağında mühendislik olan bir yüksek öğretim kurumu değil, aynı zamanda Soğuk Savaş bağlamında Ortadoğu vizyonu, elit üretimi ve bölgesel kadro inşası açısından nasıl bir işlev gördüğünü kavramama vesile olan son derece ufuk açıcı bir aydınlanma anı olarak yer etti.

Bu kapsamda NATO başlığı altında güncelde daha değerli olan bir başka husus Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik dili ise bu yapısal gerçekliği çoğu zaman yansıtmamaktadır. Bu dilin arkasında, Avrupa’nın kendi güvenlik açığını kapatma kapasitesinden ziyade, ABD nezdinde sahip olduğu hiyerarşik ayrıcalığı muhafaza etme refleksi de yatmaktadır. Askerî kapasite üretmekte zorlanan bir Avrupa için Türkiye’nin sahadaki ve çevresel etkinliği, rahatlatıcı olmaktan çok statü bozucu bir görünürlük üretmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin konumu zaman zaman ABD–Çin rekabeti, Rusya tehdidi ya da “değerler” söylemi üzerinden tartışmaya açılmakta; NATO içi eşitlik ilkesi fiilen aşındırılmaktadır.

Türkiye’nin bu dile mahcup ya da savunmacı bir karşılık vermemesidir. Zira NATO’nun bugünkü gerçekliği, normatif hiyerarşilerden beslenmez, aksine fiilî işlevsellikten, taşınan yükten ve kriz anlarında sergilenen kapasiteden beslenmektedir. Türkiye’nin ittifak içindeki yeri, herhangi bir Avrupa başkentinin retoriğiyle okunamaz; NATO’nun hangi kriz anında, hangi coğrafyada, kimin kapasitesine fiilen ihtiyaç duyduğuyla belirlenmek durumundadır. Bu nedenle Türkiye’nin kendi rolünü sürekli gerekçelendirmesinden ziyade, sadece icra etmesi yeterlidir. Gerekçe arayanlar, malumdur ki kapasite üretemeyenlerdir.

Türkiye’nin NATO içindeki ev sahipliği rolü, tali olmanın çok üzerinde kurucu bir anlam taşımaktadır. Türkiye, yalnızca askerî katkı sunan bir üye olmaktan ziyade; NATO’nun siyasal, askerî ve diplomatik temaslarının fiilen mekânsallaştığı bir merkezdir. Zirvelere, toplantılara ve kritik müzakerelere ev sahipliği yapmak sembolik bir jest olarak değerlendirilmemelidir. Çünkü bu durum ittifak mimarisinin sinir uçlarından biri hâline gelmek demektir. Ev sahibi olan aktör yalnızca mekân sağlamaz; gündemi, dili ve temas yoğunluğunu da şekillendirir. Bu nedenle Türkiye’nin bu rolü mütevazı bir jest olarak değerlendirilmenin çok üzerinde, meşru bir merkezîlik göstergesi olarak okunmalıdır.

Bu merkezîlik Türkiye’ye hem ağır bir sorumluluk hem de haklı bir özgüven alanı açmaktadır. Ancak bu özgüven, NATO ile Türkiye arasında mutlak bir özdeşlik olduğu yanılgısına dönüşmemelidir. NATO üyeliği derin ve çok katmanlıdır; fakat koşulsuz bir kader ortaklığı olmamlıdır. En açık örnekle, Amerika Birleşik Devletleri dahi NATO’yu kendi egemenliğinin uzantısı olarak değil, araçsal ve koşullu bir mimari olarak görmektedir. ABD’nin bugün NATO’yu yeniden tartışabilmesi, bu ilişkinin hiçbir zaman mutlak bir kader birliği olarak tasarlanmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin NATO içindeki konumu ne edilgen bir tabiiyet ne de sorgulanamaz bir özdeşliktir.

Türkiye, NATO’nun yeniden ayarlanan mimarisinde işlev üreten bir eşik aktördür. Bu eşik, ideolojik sadakatle ya da tarihsel hatıralarla okunmamalı, süreklilik arz eden kapasite üretimiyle korunmalıdır. Yeni NATO dengesinde merkezde kalmak, söylemin de üzerinde caydırıcılığı yalnızca askerî varlık olarak değil, uzun süreli kriz yönetimi kapasitesi olarak kavrayabilmekle mümkündür. Karadeniz’de dengeyi tutabilen, Doğu Akdeniz’de askerî ve diplomatik süreklilik sağlayabilen, Orta Doğu ve Kafkasya’da boşlukları doldurabilen bir Türkiye, ittifakın merkezî fonksiyonlarından biri olmaya devam eder. Bu rol, son zamanlarda bir devlet refleksine de evrilen ve siyasi otoritenin vizyonu ile gün geçtikçe ivmelenen savunma sanayiinde üretim sürekliliği, bakım-idame kabiliyeti, lojistik derinlik ve insan kaynağı kapasitesiyle desteklendiği ölçüde tartışma konusu olmaktan çıkacaktır.

Aksi hâlde kapasite söylem düzeyinde kalır; üretim, operasyon ve süreklilik zafiyete uğrarsa, merkezîlik hızla aşınır. NATO’nun yeni dili, tarihsel mecburiyetleri otomatik bir değer olarak kabul etmemektedir. Üretmeyen, kriz anlarında yük almayan ve süreklilik sağlayamayan aktörler, karar alma masasında değil; sonuçlara uyum sağlamakla yetinen çevresel pozisyonlara itilmektedir.

Türkiye bu süreçte, küresel sistemdeki sıklet kaymalarını doğru etüt etmek zorundadır. Çok kutuplu dünyaya geçişte denge politikasını ihmal etmeksizin, ortaya çıkan fırsat pencereleriyle de temas kurabilmeli; temkin kadar cesareti de kurumsallaştırabilmelidir. Bu stratejik yönelim, iç politika rekabetinin ve gündelik tartışmaların küresel vizyonu gölgelemesine izin vermemelidir. Bu sorumluluk yalnızca iktidarın mükellefiyetinde algılanmamalıdır. Bu mükellefiyet en az iktidar kadar muhalefete, sivil topluma ve entelektüel çevrelere de aittir. Zira küresel konumlanma, partiler üstü bir devlet meselesidir. Ve devletler görünen o ki beş-on yıldır son yüzyıl içindeki en sert türbülanslardan birine girmiştir.

Dolayısıyla yeni dengede mesele, Türkiye’nin NATO’da kalıp kalmayacağı tartışması asla olmalarıdır; böyle bir tartışma baştan itibaren yanlış zemin kritiği olacaktır. Asıl mesele, Türkiye’nin nasıl ve nerede kalacağıdır. Merkez artık üyelikle tanımlanamaz; altı dolu bir vizyon, tutarlı bir yönetim anlayışı, ön açıcı bir bürokrasi, teşvik edilen özel sektör, planlanan üretim, taşınan yük, üretilen kapasite ve tüm bu hususların sürdürülebilirliği ile tanımlanmaktadır.

Haberdar Olun

Yeni yazılardan haberdar olmak adına mail'inizi ekleyin.

Haberdar Olun

Yeni yazılardan haberdar olmak adına mail'inizi ekleyin.