29 Aralık 2025 11:27

Böyle Buyurdu Devlet

Böyle Buyurdu Devlet

Yıl 2009.

Akademi Kıbrıs’ın düzenlediği bir program münasebetiyle merhum Hasan Celal Güzel ile birlikte Kıbrıs’a gidiyoruz. Aynı programda ardışık konuşmacılarız. Tesadüf değil; deneyiminden istifade etmek istediğim kişilerle seyahat etmenin kıymetini bilen biri olarak, küçük ama değerli bir tevafuk.

Program gereği, ben Türk Siyasal Tarihi’ni anlatacağım; Hasan Celal Güzel ise kendi ifadesiyle bir “derin devlet deneyimi paylaşımı” yapacak. Devlette ve siyasette uzun yıllar geçirmiş; Devlet Planlama Teşkilatı’nda müsteşarlık yapmış, Anavatan Partisi’nde çeşitli yöneticilik görevlerini akabinde genel başkanlıkla taçlandırmaya çalışmış ve fakat muvaffak olmamış, oldurulmamış; devlet bakanlığından dışişleri bakanlığı vekâletine kadar uzanan bir çizgide bürokrasi ve siyasetin hep merkezinde bulunmuş bir isimdir Hasan Celal Güzel.

Devletle kurduğu ilişki yalnızca teorik düzeyde kalmamış; fiilî, gündelik ve çoğu zaman yıpratıcı bir pratiğin içinde şekillenmek suretiyle rüştüne ermiştir.

Bu uzun ve zorlu serencamına rağmen kamuoyunda karizmatik bir siyasal figür olarak kalabilmeyi de başarabilmiştir merhum...

Uçakta üçlü koltukta fiilen iki kişiyiz. Canının bir hayli sıkkın olduğu, vücut dilinden gayet sarih biçimde anlaşılıyor. Bu hâlin ona pek yakışmadığının o da farkında. Dayanamayıp, tebessümü bir fon olarak kullanmak suretiyle, yarı mahcup bir edayla soruyorum:

“Canınızı sıkan nedir, Sayın Bakanım? Neşenin dışında hiçbir ruh hâlinin size yakışmadığını siz de biliyorsunuz.”

Derin bir sessizlikten sonra, gözlerini kaçırarak;

“Benim canım sıkılmasın da kimin canı sıkılsın Ercan Hoca,” diyor.

O anda o da tebessüm ediyor. Bir süre bir bana bakıyor, bir de uçağın tavanına…

“Ne oldu ki?” diye soruyorum.

“Şimdi o başbakan.”

“Ben ise köşelere düştüm...”

Bir an “köşe” derken neyi kastettiğini anlamaya çalışıyor gibi yapıyorum; aslında neyi kastettiğini sözlerinden önce gözlerinde okuyorum. Bakışlarımdan bunu fark ediyor ve sözü alıyor:

“Radikal gazetesinde köşe yazarıyım, ne olacak?” diyor.

O azametle, ben müeddep bir eda içinde birlikte gülüyoruz.

“Allah var; Tayyip Bey bugün her neredeyse, hangi makamdaysa, emeğiyle, cehdiyle ve çektiği çileyle gelmiştir. Kasımpaşa’dan çıkıp Millî Görüş parkurunda, onca sofistike yol kesici arasında ayakta kalmak bile başlı başına zordur; o camiada bunun ne anlama geldiği iyi bilinir. Bir de bunun üzerine başa geçmek… Kolay iş değildir.

Lakin ben, Ercan Hoca… Bu özgeçmişle, bu müktesebimle, onca tecrübemle finalimin köşe yazarlığıyla nihayete ereceğinden korkuyorum. Hâlbuki Planlama Teşkilatı’nın müsteşarlığını yapmış, devletin en kritik işlerinde görev almış, siyasette dinozorlarla raks etmiş ve fakat hiçbir surette altta kalmamış adamım ben.”

Aramızda kısa bir sessizlik oldu. Bu tür sessizlikler saat ölçüsüyle kısa, efkâr ölçüsüyle ise çoğu zaman yıllar mesabesindedir.

Konuşma kesilmedi; bir pandomim sanatçısı yordamıyla tek kelime etmeden, iç dünyasında biriktirdiği tüm efkârı birkaç saniyede anlattı merhum. Böyle anlarda muhatabın meramına vâkıf olabilmek için söylenenlerden çok söylenmeyenler tartılmalı. Hassaten devlet ile uzun süre temas etmiş olanların sessizliği, sıradan bir duraksama veya sessizlik olmanın ötesinde, derin ve depremsi muhasebe anlarıdır.

Bir noktadan sonra aramızdaki konuşma yeniden akmaya başladı; fakat bu defa sohbetimizin tonu değişmişti.

“Allah rahmet eylesin,” dedi. “Bugün başıma ne geldiyse hem vesilesi hem müsebbibidir Turgut Özal.”

Bu cümle, bir hayıflanma veya sitemden ziyade, geç kalmış bir tespitti. Meraklı gözlerle yüzüne baktım.

“Nasıl yani?” diye sordum.

Sözü acele etmeden, eskilerin ifadesiyle tertil ve tertiplice sürdürdü. Kelimeleri seçerken derin bir temkinle, meramını anlatmaktan çok adeta bir kuyumcu yordamıyla tartıyordu:

“Turgut Özal merhum, siyasetçi değildi. Bir teknokrattı. Devleti plan, program, tabloyla okurdu. Siyaseti ise sonradan öğrendi. Daha doğrusu siyasetin inceliklerini, siyasetin püf noktalarını, siyasetin biraz da ayak oyunlarını, entrikalarını, çıkmaz sokaklarını, adam seçmeyi ve hatta harcamayı toprağı bol olsun Süleyman Demirel’den öğrendi. Demirel siyaseten ne yaparsa, Turgut Özal için o kat’i bir referanstı.”

Kısa bir duraksama oldu yine. Bu duraksama, cümle aramak için değil, söylenmiş olanın ağırlığını yerli yerine koymak içindi. Ardından mütebessim, devam etti:

“Demirel, çevresinde kendisine rakip olabileceğini düşündüğü isimlerin önünü kesmek için, onları âdeta ödüllendirircesine bir müeyyideyle Millî Eğitim Bakanı yapardı. Millî Eğitim Bakanlığına gelenlerin siyasi kariyerleri ise ekseriyetle orada son bulurdu. Güvenpark’ın yanındaki bina—teşbihte hata olmasın—bir nevi gasilhane gibiydi; bir sonraki menzil ise siyaset kabristanıydı. Oradan çıkıp siyaseten ayakta kalabilenlerin sayısı son derece sınırlıdır. Ayakta kalabilene de aşk olsun.

Maalesef benim siyasi kariyerim bitmedi belki; lakin bir hayli de yaralandım, hırpalandım be! O günden sonra siyaseten bir daha iflah olmadım, Ercan Hoca. Ben Eğitim Bakanı olmasaydım muhtemelen başbakan, cumhurbaşkanıydım…”

Yüzüne yakışan bir kahkaha attı. Bu kahkaha neşeden çok, tonajını indirmiş bir dorsenin ani gevşemesi gibiydi; keyiften değil, taşınan yükün artık geride kalmasından doğan bir refleksti.

Kahkahasına tebessümle karşılık verdim; fakat meselenin özünü tam kavramak için gayri ihtiyari sordum:

“Neden?”

Cevabı kısa, fakat öğreticiydi:

“Sonsuz iş yükü, sonsuz talep keşmekeşidir o bakanlık…

Milyona yakın personel ve yine milyonlarca öğrenci. Aslî iş yükü haddinden fazla. Devasa bir personel evreni ve bunun trafiğini yönetmek zarureti var. Beklentiler neredeyse nihayetsiz. Karışanı gayet mebzul; muhtarından vekiline, siyasetin her kademesindeki insanın bitmeyen ve çoğu zaman sınırsız, hakkaniyetsiz, hukuksuz istekleri ve öte yandan ufukta da sürekli bir seçim sandığı tehdidi… Her hanenin akşam sofrası gündemi, her sofranın mezesi olma mahiyeti var Eğitim Bakanlığının. Bu çarkta insan değil, granit olsan un ufak olursun.”

Dediklerini o gün için anlamıştım; fakat tecrübenin eşlik etmediği bir havsaladan mürekkep olduğumdan, kifayetiyle idrak edememiştim.

Dört-beş yıl sonra, rahmetli Hasan Celal Güzel Bey’in neyi kastettiği açık biçimde anlaşılır hâle gelmişti benim için. Millî Eğitim Bakanlığı tecrübem, bu gerçeği kavramak için ayrıca bir çaba gerektirmedi. Orada edindiğim her gözlem, merhumun yüzündeki o tebessümün bir anekdot değil, yerleşik bir yapıya dair sükûnetli bir teşhis olduğunu hatırlattı bana.

Bu yapıda, işin nitelikli yapılması tek başına bir anlam taşımaz. İşinizi kusursuz icra etmeniz, gecenizi gündüzünüze katmanız ya da kurumsal sorumluluğu eksiksiz yerine getirmeniz belirleyici değildir. Belirleyici olan, iş takipçiliği yapıp yapmadığınızdır; personel asansörlüğüne ne ölçüde dâhil olduğunuzdur. Bunların dışında kalan her emek, sistem nezdinde ve hatta yakın çevrenizde görünmez kabul edilir. Liyakat, sorumluluk ve sonuç üretme kabiliyeti değil; temas, erişim ve ilişki trafiğinin değer ürettiği bir mekanizmanın çarkı olmak makbuldür.

Bu nedenle mesele, bireysel yetersizlik ya da başarısızlık değildir. Sorun, çalışkanlığı ödüllendirmeyen; aksine onu tali, hatta sorunlu bir davranış gibi konumlandıran yapısal bir akıldır. Böyle bir zeminde nitelik yükseltici bir unsur olmaktan çıkar; sistem, kendisini taşıyacak ehliyetten ziyade, kendisini oyalayacak ilişki biçimlerini tercih eder. Ondandır ki ayrıldığım gün, hayatımda en ziyade gurur duyacağım işler ve hizmetler yaptığım kuruma, üç talak ile dönmeme yemini ettim.

Hasan Celal merhum ile o gün için söylenenleri bir hatıra, hatta yer yer bir serzeniş olarak zihnimin bir köşesine not ettim. Pilotun anonsuyla birlikte uçak alçalmaya geçmişti. Konuşma da tıpkı uçuşumuz gibi irtifa kaybediyor, yumuşak bir inişe hazırlanıyordu.

Ne var ki bu alçalma bir bitişi değil, tam tersine hedefe yaklaşıldığını haber veren nihai merhaleyi temsil ediyordu. Yüksekten bakış yerini berraklığa bırakıyor ve mesele, süzülerek asıl anlam zeminine oturuyordu.

Sohbeti hedeflediğim koordinata adeta kilitlemenin ferahlığıyla bir süre sonra, sanki konuşmayı başka bir yere bağlamak ister gibi,

“Sayın Bakanım,” dedim,

“biz sizi çoğu zaman bir siyasetçi olarak değil, bir devlet adamı olarak tanıyor, tanımlıyoruz. Peki, sizin nazarınızda devlet nedir, devlet adamı kimdir?”

Sorunun beklenmedik olduğunu yüz ifadesinden anladım. Bir an durdu. Bu duruş, düşünmekten ziyade tartmak içindi. Ardından, bir siyaset erbabı mahareti ile soruyu bana iade etti:

“Sen söyle,” dedi.

“Seni tanıdığım kadarıyla cevabın olmayan soruyu sormazsın sen…”

“Sence nedir devlet?”

Bu tür soruların cevabını, arayanlar değil, cevabı olanlar sorar. Evet, sorumu ona yöneltirken maksadım, onun kanaatini almak veyahut kendi kanaatimi teyit etmekten ziyade, devleti bizzat yaşamış bir zihnin derunundaki devlet tasavvurunu yoklamak ve bu esnada kendi cevabımı da muhatabımın muhakemesi ve mukabelesiyle sınamaktı.

“İzin verirseniz,” dedim,

“Önce çerçevesini kurayım.”

Devlet, yüzeysel yaklaşımlarda, belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman aralığında birlikte yaşamak iradesinde veya zorunda kalan insanların oluşturduğu basit bir teşkilatlanma olarak tanımlanır. Kanaatime göre bu tarif, devlet fikrinin tarihsel ve ontolojik ağırlığını taşımaya yetemez.

Tarih boyunca devlet, toplumların üzerinde uzlaştığı gönüllü bir mutabakatın ürünü olarak ortaya çıkmamış; kaosun sürdürülemezliği karşısında zorunlu bir form olarak zuhur etmiştir.

İnsan tabiatının dağılmaya, çatışmaya ve parçalanmaya meyyal yapısı, devleti bir tercih alanından çıkararak varoluşsal bir zaruret hâline taşımıştır.

Bu noktada meseleyi yalnızca tarih ya da siyaset bilimi üzerinden okumak yetersiz kalır. Son zamanlarda bu tür meselelerde kurtarıcım antropoloji oldu. Antropoloji penceresi affınıza sığınarak daha açıklayıcı olacaktır kanaatindeyim.

İnsanı anlamadan devleti kavramak mümkün olmaz. Hayvanlar âleminde memeliler sınıfına mensup Homo cinsi ve onun alt türü olan Homo Sapiens, canlılar piramidinin zirvesine yalnızca zekâsı sayesinde yerleşmiş bir tür değildir zannımca. Aynı ölçüde belirleyici olan bir başka vasfı daha vardır Homo Sapiens’in; olağanüstü bir uyumlanma kabiliyeti.

Homo Sapiens sıcağa, soğuğa, suya, karaya, yüksek rakımlara ve alçak coğrafyalara, cennetten sonra dünyaya ve belki de uzaya aynı hızla intibak edebilir. Bollukta başka, yoklukta başka bir refleks geliştirir; sertlikte sertleşir, gevşeklikte gevşer. Maddi çevreler kadar manevi iklimlere de uyum sağlar. İnancını, dilini, ahlâkını ve hatta kimliğini içinde bulunduğu şartlara göre yeniden kodlayabilir.

Bu durum bir zaaf olmasından öte, zekânın hayatta kalma lehine işletilmesini ifade eder. İnsanı zirveye taşıyan husus, düşünme yetisi kadar, eğilip bükülebilme ve şartlara göre pozisyon alabilme becerisidir.

Bu gerçeklik biyolojik ya da kültürel hayatla sınırlı kalmaz; bürokrasi, siyaset, ticaret ve sosyal hayatın tamamında aynı biçimde işler, Sayın Bakanım.

Bu alanlarda uzun süre kalanlar ya da etkili olanlar çoğu zaman en sert ya da en iddialı isimler olmaz malumunuz; ortamı doğru okuyan, güç dengelerini erken sezen, değişen şartlara hızla intibak edebilenler daha geniş alan tutar.

Hayatın hemen her sahasında yükselenlerden çok kalanların belirleyici hâle gelmesi tesadüf değildir. İktidar alanları doğruluk üzerinden işlemez; bilakis uyum üzerinden işler. Hayatta kalmak, çoğu zaman haklı olmaktan daha işlevli bir sonuç üretir.

Burada altının özellikle çizilmesi gerektiğine inandığım bir husus var: Uyumlanma kabiliyeti, insanı hayatta tutan bir meziyet olduğu kadar, iktidar alanlarında ahlâkın hızla buharlaşmasına da zemin hazırlar.

Homo Sapiens’in her maddi ve manevi ortama intibak edebilme becerisi, onu yalnızca doğaya karşı dayanıklı kılmaz; birbirine karşı da son derece dirençli ve aynı ölçüde tehlikeli bir varlık hâline getirir. Güçlü olanın dilini konuşabilmek, hâkim olanın ahlâkını içselleştirebilmek ve gerekirse dün savunulanı bugün terk edebilmek, bu uyum refleksinin doğrudan sonucudur.

Bürokraside, siyasette ve ticari hayatta uzun süre kalanlara dikkatle bakıldığında ortak bir vasıf hemen fark edilir: keskin ilkelerden ziyade keskin bir sezgi. Rüzgârın yönünü erken fark eder, güç merkezlerinin yer değiştirdiğini hisseder ve buna göre pozisyon alarak rotayı yeniden oluştururlar.

Bu yüzden yükselme kadar kalıcılık da belirleyici bir güç hâline gelir. İktidar alanları, doğruları ödüllendirmez aksine uyum sağlayabilenleri tutar.

Devlet de bu insanî gerçeklikten azade bir yapı olarak doğmaz. Aksine devlet, uyumlanabilir insan tabiatını disipline etmeye çalışan ama aynı zamanda ondan beslenen en sofistike organizmadır. Dağılmaya meyyal insan doğasını bastırmak için sertleşir; bu sertliği sürdürebilmek için yine insanın esnekliğine ihtiyaç duyar. Bu çift yönlü gerilim, devletin gücünü üretirken kırılganlığını da aynı anda var eder.

Devlet, ikna eden bir yapı kurmaz; emre dayalı bir düzen tesis eder. Tartışma üretmez; sınır çizer. Dilini uzlaşıdan değil, düzen fikrinden devşirir. Temsil ikincil bir fonksiyon olarak kalır; süreklilik merkezî bir amaç hâline gelir.

Varlığını sürdürebilmek için kendisini sürekli yeniden üretir ve bu süreçte toplumun, hukukun ve hatta ahlâkın önüne geçmeyi meşru sayan bir refleks geliştirir.

İşte bu noktada devlet adamı ortaya çıkar. Devlet adamı, insanın uyumlanabilir, değişken ve zaman zaman kaygan tabiatını görmezden gelmez; bu tabiatı bilir ve bu bilgiyi düzen lehine kullanır. Alkışı gözetmez; dengeyi ayakta tutar. Popüler olana yaslanmaz; sürdürülebilir olanı seçer. Doğru görünenle yetinmez; mümkün olanı inşa eder. Siyasetçi günü idare eder; devlet adamı zamanı taşır. Aralarındaki fark niyette değil, ufukta belirir.

Beni dikkatle dinlediğini fark ediyordum. Sözümü kesmedi, kesmeyeceğini de fark ettirdi ki siyasette bu konumdaki insanlar dinlemekten çok dinletmekle dinlenirler. Devam ettim:

“Bu yüzden devlet, insan gibi değildir kanaatindeyim. Devlet, şahsiyet sahibi değildir ve fakat karakter sahibidir. Hafızası vardır, fakat vicdanı yoktur. Hatırlar lakin affetmez. Devlet, kendisine yaklaşanı da kendisinden uzaklaşanı da tartarak varlığını yaşattırır.”

Bu noktada tebessüm etti. Hafifçe başını salladı. Sanki söylediklerimden ziyade, söyleyeceklerime hazırlanıyordu.

“Devlet,” dedi,

“insanı önce çağırır, sonra sınar.”

Bu kısa cümle, az önce anlattıklarımın bir özetiydi. Devlet, herkesi yükseltmez; velakin çoğu kimseyi dener. Kimi insanı yukarı taşır, kimini yerinde tutar, kimini ise taşıyamayacağı yüklerle sınar. Çoğu zaman bu sınav, makam, mevki, iktidar duygusu ve imkân üzerinden gerçekleştirilir.

O an, az önce anlattığı Millî Eğitim Bakanlığı meselesindeki maslahat iradesinin, yalnızca bir siyasi taktik olmadığını daha berrak görmüştüm. Bunun, devletin kendi iç mantığıyla kurduğu bir denge mekanizması olduğunu da o anda idrak etmiştim.

Uçak piste teker koymaya hazırlanıyordu. Ercan Havalimanı henüz görünür olmamıştı; fakat Beşparmak Dağları, bütün ihtişamıyla, geçit vermeye hazırdı. Konuşma da aynı anda kendi yerine oturuyor, söylenenler nihayet ağırlığını buluyordu.

Söz buraya geldiğinde, Hasan Celal Bey’in beni dikkatle dinlediğini ve sanırım keyif aldığını fark ediyordum. Kimi zaman insan, konuşturarak konuşur. Ruh hâlinden olsa gerek, dinleyişindeki ciddiyet, muhatabını konuşmaya davet eden bir teşvik barındırıyordu. Belki de bu benim zannımdı. Her hâlükârda, bu mukabelenin nezaketen yapılan sıradan bir dinleme olmadığı aşikardı.

Bunu hissettiğim anlarda, yani muhatabımın beni istekle değil nezaketen ya da mecburiyetten dinlediğini fark ettiğim zamanlarda, zihnim çoğu zaman bulanır; nutkum tutulur, kendimi iptidai seviyede bir hatip hâline düşmüş bulurum. Konuşma kabiliyetimin, muhatabımın dinleme kabiliyetiyle doğrudan paralel seyrettiğini bilirim. Ancak dinlenildiğim ölçüde konuşur, karşılık gördüğüm ölçüde açılırım. Ez cümle, muhatabım izin verdiği kadar konuşabilirim; tiyatral bir hitabet sergilemek söz konusu olduğunda ise çoğu zaman sınıfta kalırım.

Hasan Celal Bey’in dinleyişinde, söylediklerimin zihninde bir karşılık bulduğunu hissettiren bir sükûnet vardı. Bu sükûnet, onaydan ziyade dikkat ve tartı barındırıyordu. O an, konuşmayı biraz daha açmam gerektiğini düşündüm. Devlet fikrini yalnızca kavramlar üzerinden değil, benzetmelerle de sınamak istiyordum. Bir üstadın huzurunda kanaatlerimi yokluyor, adeta bir doktora jürisi önündeki dirayet ile söylediklerimin ağırlığını kendi zihnim kadar onun muhakemesinde de tartıyordum.

“İzin verirseniz,” dedim,

“devleti zihnimde çoğu zaman bir benzetmeyle düşünürüm.”

Başını hafifçe yana eğdi. Devam etmemi bekliyordu.

“Hayvanlar içinde atı, atlar içinde ise en çok yılkı atlarını severim” dedim.

Bu kez tebessüm etti. Tebessüm, tanıdık bir yerden konuşulduğunu fark edenlerin tebessümüydü.

“Yılkı atı,” diye sürdürdüm,

“özgürlüğüne ve özgünlüğüne düşkün bir tabiat sahibidir. İnsanla teması zordur, zorludur. Yaklaşanı sınar, zorlayanı reddeder, acele edeni üzerinden atar. Onu ehlîleştirmek isteyen, evvela kendi sabrını ispat etmek zorundadır.”

Sözlerimi kesmedi. Devam ettim.

“İnsan, yılkı atını türlü usullerle kontrol altına almaya çalışır. Lakin yılkı atı, direngen tabiatıyla muhatabının tüm potansiyelini ve nihayetinde sabrını sınar. Ancak asil bir sabırla karşılaştığında, muhatabının kendisine denk olduğuna kani olur ve kendini teslim eder. O teslimiyet dahi mutlak değildir.  Asaletine muadil bir asaletle bir müddet yol alır. O asalette bir tenzil sezdiği anda ise, üzerindekini savurmaktan, üzerinden atmaktan yüksünmez.”

Bu noktada durdum.

“Devlet,” dedim,

“evet nedense zihnimde böyle bir yılkı atı gibi canlanır. Ve ‘yılkı atları’ ile ‘kadın’ arasında da nice bağlar kurar nice edip…”

Bu benzetmenin, sözünü ettiğimiz devlet–iktidar–millet gerilimine denk düştüğünü hissediyordum. Ardından meseleyi başka bir veçheye taşıdım:

“Bir başka cepheden bakıldığında ise,” dedim,

“devlet, zihnimde tanrısal bir mahiyet de arz eder. Tecessüme tenezzül etmeyen bir kuvve gibi… Kendini doğrudan göstermeyen; fakat varlığını her daim hissettiren bir akıl, aşkın bir kudret.”

Devlet, kaideyi bozmayacak bir istisna olarak, tecessüme tenezzül etmeyen bir tabiatta varlığını idame ettirse de kimi zaman, kendi kuvvesinde bir zafiyet sezdiğinde, kuvve-i millîyeye yaslanma ihtiyacı duyar. Bu durum her zaman açık bir istimdat hâli olarak zuhur etmez. Devlet nadiren eliyle konuşur; bazen sesiyle. Kimi zaman nefesiyle varlığını hissettirir, çoğu kez ise gölgesiyle. En çok da sessizliğiyle konuşur devlet...

Burada bilinçli olarak duraksadım.

Bu esnada Hasan Celal Bey’in yüzündeki tebessüm daha da belirginleşmişti. Beni yalnızca dinlemiyor, söylediklerimi kendi hayat muhasebesiyle de tartıyordu.

Bu hâli fark edince, sohbeti diyalog eksenine tekrar çektim.

“Sayın Bakanım,” dedim,

“Devletin sizinle de bir temas kurduğunu düşünüyorum. Sizce bu temas nasıl gerçekleşmiş olabilir?”

Bu soru, onu güldürdü.

“Sen konuşurken yakaladığın tebessümün sebebi tam da buydu Ercan Hoca,” dedi. Zeki ve ferasetli bir adamın dinleyişi ancak bu kadar olabilirdi.

“Kendimi gözden geçiriyordum. Acaba devlet benimle temasa geçti mi; geçtiyse nasıl geçti diye düşünüyordum.”

Bir an sustu.

“Sanırım,” dedi sonra,

“benimle nefesiyle temasa geçti.”

Bu ifadeyi söylerken sesini alçaltmıştı.

“Varlığını hissettirdi,” diye ekledi.

“Tabirinle söyleyeyim, tanrısal bir nefes gibiydi. Konuşmadı, tokalaşmadı.

Nefesi ile; sıcaklığı ve kokusu olmayan bir nefes ile…”

Sonra o kendine has kahkahasını attı.

“Ben de nefesine kanaat getirmekteyim,” dedim biraz muzipçe,

“aynı şekilde düşünmüştüm. Ya sizi iyi tanıyorum ya da devleti doğru takdir edebilmişim.”

Birlikte güldük.

Sözümü bu noktada biraz daha ileri taşıdım. Belki iddialı bulunabilirdi lakin, sohbetin geldiği yer bunu kaldırıyordu.

“Belki iddialı olacak,” dedim,

“ama şunu söyleyebilirim ki son yüzyılda devlet yalnızca iki defa kuvvesindeki zaafın derecesi sebebiyle eliyle temasa geçti, geçme ihtiyacı duydu.”

Beni dikkatle dinliyordu.

“Birincisi,” dedim,

“Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, devletin kuvvesindeki neredeyse tam bir izmihlal sebebiyle, Mustafa Kemal ile gerçekleşti. Sevr’in gölgesinde merkezî otoritenin fiilen dağıldığı, meşruiyetin askıya alındığı, devletin tarih sahnesinden silinme ihtimalinin gerçek bir tehdit hâline geldiği bir anda, devlet, ilk ve en sert temasını kurucu bir iradeyle tesis etti.”

Kısa bir duraksamanın ardından devam ettim:

“İkincisi ise, doksanlı yılların sonunda fiilen iflas etmiş; Dünya Bankası tarafından, Düyûn-u Umûmiye’yi hatırlatırcasına, ülkenin maliyesine kayyum atanmış; memur maaşlarını dahi ödeyemez hâle gelmiş, siyasal iradesi vesayet odakları arasında parçalanmış bir ülkede, Tayyip Erdoğan ile yaşandı. Bu, devletin bütünüyle çözüldüğü bir an değil; çözülmeye ramak kaldığı, geri dönüş eşiğine dayandığı bir safhaydı. Ve bu eşikte devlet, kuvvesindeki zaafın derinliği sebebiyle, bir kez daha doğrudan temasa geçme ihtiyacı duydu; elini uzattı.”

Bu tespiti, konuşmanın başındaki hayıflanmasına bağlamak istedim.

“Köşeyi bu kadar uzatmak suretiyle bu bahsi açmamın sebebi,” dedim,

“konuşmamızın başında kendinize dair yaptığınız o muhasebedir Sayın Bakanım.”

Yıllanmış bir derinlikle tebessüm etti…

Uçak pisti görmüş, sözlerimde sıkletini bulmuş, sohbet muradına ermişti:

“Devletin ihtiyaç duyduğu enerjiyi milletten devşirecek kişinin, adeta bir adaptör, bir katalizör gibi çalışması gerekir.

Bunun için o kişinin temel vasfı, milletin ortalamasının bir karış üzerinde olmasıdır.

Aksi hâlde, yani milletin ortalamasının çok üzerine çıkıp onun dilini, sezgilerini ve gündelik gerçekliğini kaybeden kişiler, milletle sahici bir temas kuramaz. Milletle temas kuramayan bir aktörün ise, devlet ile millet arasındaki enerji akışını sağlaması mümkün değildir. Zira bu akış, teknik bilgiyle ya da yönetsel kapasiteyle değil; ortak duygu, ortak hafıza ve karşılıklı tanıma üzerinden işler. Milletten kopan, devleti temsil edebilir ve fakat devleti millete taşıyamaz.

Bir an sustum.

“Devlet,” dedim,

“o kişiyi tam o seviyede yakalar. Sonrasında da gerektiği yere taşır. İşi bittiğinde ise, unutturmaz…”

Gözlerime baktı. Uzun bir sükût oldu.

Bu sükût, önsöze layık sonsözün ta kendisiydi.

Başını hafifçe salladı: “Sanırım,” dedi,

“haklısın Ercan.’’

 “Devlet ile yaşamayı bilmek zor zanaatmış, yaşadık ve geçti…”

Nedir, Ne Değildir Devlet?

Devlet, insanın üstünde duran mutlak bir soyut gibi kavranınca, mesele sanki bir hukuk maddesi kadar soğuk ve steril görünür. Oysa devlet, insanın içinden geçerek kendisini kuran; kurulduğu anda da kurucusunu aşan tarihsel bir organizmadır. İnsan devleti yapar; devlet ise kurulduğu anda, insanın niyetlerinden ve ahlâkî tasavvurundan bağımsız bir karakter edinir. Devletin doğduğu an, tam da bu bağımsızlaşma anıdır.

Bu sebeple devleti “iyi niyetle” anlatmak çoğu zaman eksik kalır. Çünkü devletin iyiliği ya da kötülüğü, insanın iyiliği-kötülüğü gibi çalışmaz. Devletin vicdanı yoktur; hafızası vardır. Merhamet dağıtmaz; düzen kurar. Affetmeyi tabiat edinmez; hatırlamayı disiplin edinir. Devletin dili, çoğu zaman ahlâkın dili değildir; sürekliliğin dilidir. Bu yüzden devletin en ağır cümlesi çoğu zaman en yüksek sesle söylenen cümle olmaz; devlet, en çok susarak hükmeder.

Devletle iktidar arasındaki ilişki de bu yüzden çoğu zaman yanlış anlaşılır. İktidar, devletin konuşan yüzüdür; düşünen yüzü değildir. İktidarlar çoğu zaman devleti kullandıkları veya hâkim oldukları vehmine kapılırlar; oysa devlet, iktidarları kendi zamanı ve ihtiyaçlarına göre ehlîleştirir. Bir liderin “muktedirim” zannettiği an, çoğu zaman devletin terazisine çıktığı andır: tartılan iktidardır; tartan daima devlettir.

Burada devleti bir “mizaç” olarak kavramak gerekir. Ben devleti, o edipler gibi tabiatı itibarıyla dişil bir karakter gibi düşünürüm. Ki devlet anadır zihin dünyamızda ve berrak Türkçe havsalamızda... Bu dişillik, romantik bir şefkat anlatısı değildir; daha soğuk, daha biyolojik, daha stratejik bir okuma sunar. Zira kadın, antropolojik düzlemde doğayı okurken, kendi fizikî zafiyetini merkeze alan bir strateji geliştirmiştir. Bir tür iç SWOT’la, zayıflığını inkâr etmemiş; zayıflığını telafi edecek bir eşleşme rejimi üretmiştir. Erkeğini seçerken rastgele davranmamış; onu üç eşikte sınamıştır: Güç, Güven, Gönenç. (3G)

Güç aramıştır; çünkü doğadaki tehlike somuttur ve savunma bir ihtiyaçtır. Güven aramıştır; çünkü kendisini koruyacak kudretin aynı zamanda kendisine zarar vermemesini ister. Gönenç (Refah: hilal ve başak’ın birlikteliği) aramıştır; çünkü yalnız hayatta kalmak yetmez, hayatı sürdürülebilir kılacak refah gerekir; refah da yalnız ekonomik bolluk değildir, sosyo-kültürel uyumla birlikte gelen bir “yaşanabilirlik” hâlidir. Bu üçü bir araya gelmeden, “korunma” tamamlanmaz: Güç tek başına kabalaşır, güven tek başına kırılgan kalır, gönenç tek başına savruklaşır.

Devlet de (kadın’ın arayışında olduğu gibi) iktidarı seçerken benzer bir stratejiyle hareket eder. Devletin aradığı iktidar, yalnızca kuvvet sergileyen bir profil değildir; gücü olan, güven üreten ve gönenç sağlayan bir iktidar formudur. Devlet, kendisini taşıyacak kudreti ister; ama o kudretin devleti zedelememesini de ister. Ve en nihayetinde, sürekliliği yalnız baskıyla sürdüremeyeceğini bildiği için, refah üreten bir düzen kapasitesi arar. Devlet, iktidarı seçerken, aslında kendisini koruyacak bir “taşıyıcı mekanizma” seçer.

İktidar’a gelince, iktidar tabiatı itibarıyla eril bir karakter taşır. Bu erillik, çoğu zaman sanıldığı gibi maddi kazanımlar ya da fiziki güç arayışıyla beslenmez. Eril tabiatın asıl aradığı, dişil tabiatın zıddına, maddeden çok manaya temas eden bir karşılıktır. Eşini ararken maddi arayış erilliğin iflas ettiği mevzidir. Bu aşamada hususen bir de iktidar, karşısında yalnız devleti görmez; milleti de görür, hatta arar. Güç, güven ve gönenç üreterek milleti koynuna aldığında, kalıcı bir birliktelik kurmayı ve çoğalmayı hedefler. Bu çoğalma arzusu, yalnız bir niceliksel artışı değil; düzenin, aidiyetin ve sürekliliğin yeniden üretilmesidir.

Aile dürtüsü, bu nedenle eril tabiatta dişil olandan daha baskın biçimde tecelli eder. Zira iktidar, dağınık kitlelerle var olamaz; hücreye, yani aileye ihtiyaç duyar. Aile, milletin en küçük ama en dayanıklı birimidir. Milletin sürekliliği, iktidarın kurduğu bu hücresel bağın sağlamlığıyla doğrudan ilişkilidir.

Bu yüzden iktidarın doğası gereği aradığı üç eşik vardır: Sevgi, Saygı, Sadakat. (3S) Bu üçlü, iktidarın psikolojik yakıtıdır. Sevgi olmadan iktidar çıplak kalır; kendisini meşru hissettiremez. Saygı olmadan iktidar küçülür; itaat gevşer, düzen aşınır. Sadakat olmadan iktidar dağılır; süreklilik kırılır. İktidar sevilmek ister; çünkü meşruiyet duygusunu sevgi üzerinden tadar. Saygı ister; çünkü itaatin asgari çerçevesini saygı inşa eder. Sadakat ister; çünkü iktidarın zamana yayılabilmesi, ancak sadakatle tahkim edilir.

Bu üçü birlikte üretilebildiğinde, iktidar kendisini güvende hisseder. Üretemediği anlarda ise, bu duyguları zorla ikame etmeye yönelir. Ve tam da bu noktada, iktidarın sınırı başlar; devletin terazisi devreye girer.

İşte devlet–iktidar ilişkisinin gizli kimyası tam burada başlar: Devlet, iktidarı 3G ile tartar; iktidar ise milleti 3S ile yoklar. Devlet, iktidardan güç ister; iktidar milletten saygı talep eder. Devlet, iktidardan güven bekler; iktidar milletten sadakat ister. Devlet, iktidarda gönenç arar; iktidar ise milletten sevgi talep eder.

Ne var ki bu iki üçlü, aynı düzlemde karşılık bulmaz. Devletin talepleri soğuk, ölçülebilir ve süreklilik arayışına dönüktür; iktidarın milletle kurduğu bağ ise sıcak, duygusal ve dalgalıdır. Bu nedenle sevgi, devleti doyurmaz; sadakat tek başına güven üretmez. Devlet, sevgiyle yetinmez; gönenç ister. İktidarın milletten aldığı sevgi, ancak rıza ve meşruiyete tahvil edilebildiği ölçüde devlette karşılığını bulur.

Bu iki üçlünün nasıl örtüştüğü ya da örtüşemediği, devlet–iktidar hattındaki gerilimin derecesini belirler; işte bir ülkenin kader çizgisi tam da bu uyum ya da uyumsuzluk üzerinden şekillenir.

Çünkü 3G üretemeyen iktidar, 3S’yi zorla üretmeye kalkar. Güç gösteremeyen iktidar saygıyı korkuyla ikame eder. Güven üretemeyen iktidar sadakati baskıyla tahsil etmeye çalışır. Gönenç üretemeyen iktidar sevgiyi propaganda ile imal etmeye yönelir. Böyle dönemlerde iktidar yükseliyor gibi görünür; aslında devletin gözünde düşmeye başlamıştır. Zira devlet, güçsüz iktidara tahammül edebilir; ama güven kaybına ve gönençsizlikten doğan toplumsal çözülmeye uzun süre razı olamaz. Devletin en sert refleksi, çoğu zaman bu üçlünün çöktüğü anlarda ortaya çıkar.

Millet ise bu denklemde ne masum bir seyirci ne de mutlak bir özne olarak kalır. Millet, 3S’nin kaynak havzasıdır; fakat bu kaynak bir kere zehirlendi mi, iktidar da devlet de aynı kirlilikle yüzleşir. Sevgi tüketilince, meşruiyet incelir. Saygı eriyince, düzen gevşer. Sadakat çözülünce, süreklilik kırılır. Devletin “sessizliği” çoğu zaman bu kırılmayı test eder: Milletin sesini değil, milletin dayanma kapasitesini dinler.

Bu yüzden devlete dair hüküm verirken, devleti yalnız kurumlar toplamı saymak da devleti yalnız yüce bir ideal gibi kutsamak da yanıltıcı olur. Devlet, idealin diliyle konuştuğunda bile, çoğu zaman sürekliliğin hesabını yapar. Devletin en temel refleksi, kendisini sürdürmektir. Bu refleks bazen hukukla görünür olur, bazen sessizlikle. Ve devletle temas eden herkes, bir süre sonra aynı eşiğe varır: Devletin ne dostluk kurduğu ne düşmanlık güttüğü… Devlet, en çok kendisi olarak kalır.

Benim kanaatimce devlet buyurur; insan anlamaya çalışır. Çoğu zaman anlamak yetmez; devletle yaşamak gerekir. Ve devletle yaşamanın ilk şartı, onun sesine aldanmamak, onun sessizliğini okumayı öğrenmektir.

Ez Cümle…

Aradan yıllar geçti. Sohbetimizin kahramanı, rahmet ola, dar-ı bekaya göçtü. Devletle yaşamak gerekir dedikten sonra, insanın zihninde kaçınılmaz bir soru beliriyor: Peki bu yaşama hâli, insanı nereye kadar taşır; nerede durdurur? Devletle temas eden herkes, bir noktadan sonra kendi sınırını da öğrenir. Devlet, insana her şeyi öğretmez; ama insanın kendine dair bilmesi gereken eşiği mutlaka gösterir. Kimi zaman bunu yükselterek yapar, kimi zaman bekleterek, kimi zaman da geri çekerek…

Devletin pedagojisi serttir; ama öğreticidir. Yanılsamaya uzun süre müsaade etmez.

Hasan Celal Bey’in hayat çizgisinde de bu pedagojinin izleri okunuyordu. Ne tamamen yükseltilmiş ne tamamen tasfiye edilmişti. Devlet onu bir yerde tutmuş, bir yerde sınamış, bir yerde de durdurmuştu. Bu durdurma, yok etme anlamına gelmiyordu; bilakis, bir dengeye yerleştirme hâliydi. Devlet, her insanı zirveye taşımaz evet, velakin her insanı bir yere yerleştirir. Ve çoğu zaman o yer, insanın kendi tahayyül ettiği yerle örtüşmez. İnsan ile Tanrı arasındaki beklenti-karşılık gerilimi misali…  Devletle insan arasındaki en büyük elektriklenme de tam burada doğar.

İnsan, devletle ilişkisinde çoğu zaman sitemkârene kendini merkeze alır. Kendi emeğini, kendi fedakârlığını, kendi liyakatini terazinin ortasına koyar. Devlet ise insanı merkeze almaz; sürekliliği alır. Devletin terazisinde şahıslar değil, fonksiyonlar tartılır. Kim neyi ne kadar süre taşıyabilir, hangi yük altında dağılır, hangi eşiği geçtiğinde kırılmaya başlar… Devlet, insanı bu sorular üzerinden okur. Bu yüzden devletle temas edenler, bir süre sonra “hak ettim” dilini bırakır; “taşıyabildim mi?” sorusuyla baş başa kalır.

Bu bağlamda devlet adamlığı, bir erdem listesi değildir. Bir ahlâk broşürü de değildir. Devlet adamlığı, devleti tanıma disiplinidir. Devletin sabrını, devletin unutmadığını, devletin sessizliğinin rastlantı olmadığını bilmektir. Hasan Celal Bey’in yüzündeki o tebessüm, bana bunu anlatıyordu. O tebessümde ne isyan vardı ne teslimiyet; daha çok bir kabulleniş, daha doğrusu o günler için hayatın son demlerinde yaşanan yeni filizlenmiş bir tanıma hâli… Devleti tanıyan bir insanın, kendini de daha sahici tanıdığı bir eşik…

El’hak; Devlet, insana kendini sevdirmeye çalışmaz. Devlet, insana kendini öğretir. Kimi zaman eliyle, sesiyle kimi zaman nefesiyle, gölgesiyle ve çoğu zaman da geri çekilerek sessizliğiyle… Ve insan, devletle temas ettikçe şunu fark eder: Devlet, en sert hükmünü bağırarak vermez; en kesin kararını ilan ederek almaz. Devlet, bekler. Beklerken aşındırır, beklerken seçer, beklerken ayıklar. Zaman, devletin en sadık müttefikidir.

Belki de bu yüzden, devletle ilgili hakikatler çoğu zaman genç yaşlarda kavranmaz. Devlet, aceleye gelmez. Devletle ilgili hüküm, bir dönemin sonunda değil; birkaç dönemin toplamında oluşur. Hasan Celal Bey’in “keşke” ile “olması gereken” arasındaki mesafeyi bu kadar sakin anlatabilmesi, bu yüzdendi. Devletle uzun süre temas etmiş olanlar, yüksek sesle yakınmazlar; çünkü bilirler ki devlet, yüksek sesle söylenenleri değil, sessizce taşınanları kaydeder.

Bu noktada, konuşmamızın başında geçen “köşe” metaforu yeniden anlam kazanıyordu. Köşe yazarlığı, bir düşüş değil; bir yerleştirme hâliydi belki de. Devlet, bazı insanları merkezde tutar, bazılarını kenarda… Ama bu kenar, çoğu zaman bütünü görmeye daha elverişli bir noktadır. Merkezde olanlar koşar; kenarda olanlar seyreder. Devletin seyri ise çoğu zaman kenardan daha net okunur.

Uçak pistle temas ettiğinde, filhakika konuşma çoktan yerini bulmuştu. Artık söylenecek yeni bir şey yoktu. Söylenenler, söylenmeyenlerle birlikte kendi ağırlığını kazanmıştı. O gün şunu düşündüm: Devlet, insanı her zaman mutlu etmez; ama insanı mutlaka olgunlaştırır. Devletle temas eden herkes, bir gün kendi payına düşen dersi alır. Kimi bu dersi yükselerek alır, kimi durdurularak, kimi de unutularak; çokları alçalarak!

Ve belki de en ağır ders şudur: Devlet, insanın hikâyesini yarım bırakmaz; fakat insanın hikâyesini tamamlamak zorunda da hissetmez. Devlet için önemli olan, hikâyenin kendisi değil; hikâyenin düzene ne kadar hizmet ettiğidir. İnsan bunu kabul ettiğinde, devletle kavgası biter; fakat mesafesi başlar. O mesafe ise, devletle yaşamanın en sahici biçimidir.

Son kertede devlet meselesi, yalnızca iktidar, hukuk ya da kurumlar üzerinden değil; insanın kendi ürettiği yapılarla kurduğu ilişkinin mahiyeti üzerinden okunmalıdır. Devlet, tarihsel olarak insan iradesinin bir ürünü olarak doğmuş; fakat zamanla bu iradeyi aşan bir süreklilik, bir akıl ve bir meşruiyet dili üretmiştir. Bu eşikten sonra devlet, sadece kullananın elindeki bir araç olmaktan çıkmış; kullananı tanımlayan, sınırlandıran ve gerektiğinde onun üzerinde tasarrufta bulunabilen bir üst yapıya dönüşmüştür. Devletin en çarpıcı vasfı da tam burada ortaya çıkar: Kendisini var edenleri yalnızca yaşatan değil, kimi zaman onları feda edilebilir kılan bir salahiyeti kendi rasyonalitesi içinde meşru kabul edebilmesidir.

Bu dönüşüm, insanın ürettiği şeylerin “kötüleşmesi”yle açıklanamaz. Mesele, insanın kendi ürettiği yapılar karşısında sorumluluğu nasıl ve ne zaman devrettiğidir. Devlet tecrübesi bize açık biçimde şunu öğretir: İnsan, büyük ve karmaşık yapılar kurdukça, bu yapıların ahlâkî yükünü üstlenmekten geri çekilmiş; denetimi bir vicdan meselesi olarak değil, teknik bir zorunluluk olarak kavramaya başlamıştır. İşte tam bu noktada araçlar amaçlaşmış; kurulan yapılar, kurucularının niyetlerinden bağımsız bir akıl üretmiştir. İnsan, iradesini, muhakemesini ve nihayet sorumluluğunu, bizzat kendi eliyle inşa ettiği düzeneklere devretmiştir. Günümüz yapay zekası gibi…

Devlet mefhumunun tarihsel serencamı ile neredeyse popüler bir meta hâline gelen yapay zekâ tartışmaları arasında ilginç ve öğretici bir bağıntı kurarak meseleyi neticelendireyim ki buraya kadar sabır ile gelebilen okuyucuya daha fazla zulmetmiş olmayayım.

Bugün yapay zekâ etrafında dile getirilen kimi kaygılar—kontrolden çıkma ihtimali, dar bir zümrenin elinde sınırsız bir tahakküm üretmesi, kurucusunu aşan bir akla dönüşmesi—bu metnin doğrudan konusu değildir; fakat metnin sonunda ister istemez yankılanan bir hatırlatma işlevi görür. Bu kaygıların haklı ya da abartılı olması tali bir meseledir. Asıl önemli olan, bu korkuların yeni olmamasıdır.

Zira insanlık, kendi ürettiği aklın kendisini aşması tecrübesini daha önce yaşamıştır. Devlet, bu tecrübenin tarihsel olarak en köklü, en kurumsal ve en sert örneğidir. İnsan eliyle inşa edilmiş; fakat kısa sürede kurucularının niyetlerini, sınırlarını ve belki de ahlâkî tereddütlerini aşan bir akla dönüşmüştür.

Bu noktada artık soru, insanın ürettiği yapıların kontrolden çıkıp çıkmadığı değildir. Asıl soru, insanın tarih boyunca kendi kurduğu akıllar karşısında neden sistemli biçimde geri çekildiğidir. Devlet, bu geri çekilişi mümkün kılmış; sorumluluğun yapıya, kararın sisteme, sonucun ise “kaçınılmazlık” diline devredilebileceğini öğretmiştir. Böylece insan, iradesini inkâr etmeden, sonuçlarından feragat edebilmenin yollarını bulmuştur.

Tam da bu nedenle, insanın karşı karşıya olduğu temel mesele ne teknoloji ne de iktidardır. Asıl mesele, insanın kendi yarattığı “AKIL” karşısında özne kalıp kalamayacağıdır.


Haberdar Olun

Yeni yazılardan haberdar olmak adına mail'inizi ekleyin.

Haberdar Olun

Yeni yazılardan haberdar olmak adına mail'inizi ekleyin.