17 Eylül 2025 12:09

Suriye'nin Jeopoltik Anatomisi ve Tarihsel Çözülüşün Stratejik Kodları

Suriye'nin Jeopoltik Anatomisi ve Tarihsel Çözülüşün Stratejik Kodları

2016 yılı, Suriye savaşının en karanlık, en kaotik ve en umutsuz dönemlerinden birine sahne olmuştur. Artık Suriye yalnızca bir iç savaş sahası olmaktan çıkmış, uluslararası sistemin bütün fay hatlarının kesiştiği bir kırılma kavşağına dönüşmüştür. Bu süreçte İdlib, Türkiye’nin koruma şemsiyesi altında bulunmuş; bu durum başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere tüm Batı’nın da çıkarına hizmet etmiş ya destek görmüş ya da daha sonraları eleştirel yaklaşacakları bu durum o esnada görmezden gelinmiştir. Zira Türkiye’nin İdlib’de üstlendiği koruma kalkanının ortadan kalkması ya da sabote edilmesi hâlinde, milyonlarca Suriyeli mültecinin Türkiye üzerinden Batı ülkelerinin sınırlarını zorlaması kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle İdlib, özellikle de Türkiye açısından adeta bir “Aşil topuğu” niteliği kazanmıştı.

O dönemde İdlib hem sahadaki askerî hareketliliğin hem de ideolojik tartışmaların merkez üssü konumundaydı. Suriye’nin Sünni nüfusu farklı yapılar altında örgütlenerek son sığınak olarak İdlib’de toplanmıştı. Bununla birlikte, Afganistan, Çeçenistan ve Irak savaşları başta olmak üzere İslam dünyasındaki pek çok çatışma alanında örgütsel tecrübe edinmiş ve savaş kabiliyeti geliştirmiş onlarca selefi-cihadi örgüt de İdlib’i bir karargâha dönüştürmüştü. Bu örgütler, asli misyonlarını sürdürürken zamanla vekâlet savaşlarının da etkili araçları hâline gelmiş, getirilmişlerdi.

Bu örgütlerin yeri geldiğinde hamiliğini üstlenen devletler ise İdlib’i adeta bir fanusa dönüştürmüş, böylece ileride ihtiyaç duyduklarında bu grupları yeniden sahaya sürebilecekleri bir kuluçka alanı inşa etmişlerdi. Bu durum, örgütlerin yalnızca korunmasını değil, aynı zamanda daha da kökleşerek muhkem bir yapıya kavuşmalarını sağladı. Ve işte tam da bu noktada, İdlib’de geçen bir diyalog, Suriye’nin içine sürüklendiği çıkmazı ve gelecekte karşı karşıya kalacağı açmazları bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.

Suriye savaşının en karanlık günlerinde İdlib’de kayda geçen bu sahne, aslında Ortadoğu coğrafyasının içinde bulunduğu durumu da özetlemektedir. O dönemde Batılı devletler tarafından farklı gerekçelerle desteklenen El Nusra’nın başında bulunan ve İdlib’deki tüm örgütlerin uzlaşısıyla oluşturulan konsorsiyumun fiilî lideri konumundaki Ahmed Şar’a, nam-ı diğer Golani, bir sohbet esnasında konu İsrail’e geldiğinde şu sözleri dile getirmiştir:

“Beş on sene içinde şartlar ve gidişat, Şam’ı bizim yöneteceğimizi göstermektedir. Yahut bu savaşın küresel oyun kurucuları, savaşı sürdürmekten vazgeçmek suretiyle bize Şam’a dair yol vermek zorunda kalacaklardır. O gün geldiğinde yapacaklarımız olacağı gibi, katiyen yapmayacaklarımız ve özellikle kaçınmamız gerekenler de olacaktır. İşte o gün, yüksek ihtimalle İsrail üzerimize gelecek, bizi kendisiyle doğrudan çatışmaya zorlayacaktır. O vasatta İsrail ile doğrudan bir savaşa girmemek durumundayız. Ve biz, elimizden geldiğince bundan imtina edeceğiz.”

Onu dinleyenlerden biri bu ihtiyatlı yaklaşımı yadırgar ve nedenini sorar. Golani’nin cevabı ise, ideolojik bir çıkıştan çok stratejik bir soğukkanlılık içermektedir; “İsrail, yalnızca İsrail değildir. O, buzdağının görünen yüzüdür. Her şeyden önce İsrail, Batı dünyasının hem şımarık çocuğudur hem de manivelasıdır. İsrail’in arkasında New York, Londra, Berlin, Moskova ve hatta Pekin vardır. Uluslararası örgütler, finans çevreleri, küresel savunma endüstrisi, medya ve diplomasi onun damarlarıyla birleşir.  Biz o gün muzaffer olsak bile devralacağımız Suriye, katiyen bir harabe olacaktır. Bu nedenle akla, dengeye, zamana ve imkân yönetimine sığınmak zorundayız.  Zayıflayan nüfusumuzu ayağa kaldırmalı, Dünyaya dağılan nitelikli insanımızı ülkemize geri getirmenin uğraşısını vermeliyiz. Ülkemizde birçok şey gerçekleşti ve lakin en acı olan husus; demografik bir ameliyata tabi tutulmamız ve özellikle de Sünni nüfusumuzun topraklarımızdan tenkil ve tehciri sureti ile seyreltilmesidir. Suriye’yi imar, inşa ve iskân etmeye odaklanmalıyız ve bu süreçte uzlaşı arzumuzu uluslararası kamuoyuna açık yüreklilikle ifade etmeliyiz.”

Şar’a’nın ifadeleri, ideolojik yönelimlerden ziyade, rasyonel çıkarımlara dayalı ve bağlamsal gerçeklikten beslenen bir siyasal analiz örneği olarak değerlendirilebilir. Bu sözler, çatışma alanlarında tecrübeyle şekillenen bireysel bilişsel süreçlerin ürünü gibi görünmektense; devlet aklının sürekliliği, kurumsal hafızanın birikimi ve siyasal realizmin serinkanlı refleksleriyle örtüşmektedir. Başka bir deyişle, Şar’a’nın yaklaşımı, militan aktörlerin sınırlı ufuklara dayalı duygusal tepkiselliğini aşarak, yapısal koşulları önceleyen ve uluslararası sistemin dinamikleriyle uyumlu bir değerlendirme çerçevesi sunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu söylem, hem Weberci anlamda ‘rasyonel-legal’ otorite anlayışına yakın bir zihniyet kalıbı sergilemekte, hem de uluslararası ilişkilerde realizm kuramının öngördüğü güç dengesi mantığıyla kesişmektedir.

Bu anlatı, aynı zamanda Suriye’nin nasıl bir çıkmaza sürüklendiğinin özeti niteliğindedir. Zira içeride sahayı belirleyen aktörler, çoğu zaman travmatik havsala ve hafızaların ve romantik ideallerin etkisiyle hareket ederler. Mezhebi kimlikler, ideolojik aidiyetler ve duygusal bağlılıklar, savaşın iç dinamiklerini yönlendiren temel saikler hâline gelmiştir. Ancak dışarıdan bakıldığında, bütün oyun yine küresel denklemin soğuk mantığına göre şekillenir. Bölgesel dengeler, büyük güçlerin çıkar hesapları ve uluslararası güvenlik mimarisi, sahadaki tüm gelişmeleri görünmez bir çerçeveye oturtmaktadır.

İdlib’de kayda geçen bu sahne, işte tam da bu iki düzlemin kesişim noktasını göstermektedir; İçeride ideoloji, dışarıda realizm; Bir yanda kendi meşruiyetini kutsal, aşkın referanslardan ve kimlik merkezli anlatılardan devşiren gruplar, diğer yanda soğuk çıkar hesaplarının mantığıyla hareket eden küresel aktörler vardır. Ve tarih, çoğu kez ideallerden yana değil, realizmin akışından yana olmuştur. Çünkü uluslararası sistem, duygulardan değil güç dağılımı, rasyonalite ve çıkar dengesinden beslenir. Bu nedenledir ki Suriye sahasında yaşananlar, aslında daha geniş bir gerçeğin izdüşümüdür. İçerideki aktörler ne kadar yoğun bir ideolojik motivasyona sahip olursa olsun, son sözü çoğunlukla küresel denklemin soğuk ve pragmatik mantığı söylemektedir. Ve bu mantık, ideolojiyi değil aklı, rasyonaliteyi ve soğuk stratejik hesapları öncelemektedir.

Bugün Suriye’de bahsi geçen boşluğu dolduran kurumlar değil vekâlet ağları olmuştur. Suriye, bir ülke olmaktan çıkıp adeta küresel düzenin “yönetilen kaos” laboratuvarına dönüşmüştür. Sirk aynalarından kurtulabildiğimiz takdirde tayin edebileceğimiz en mühim husus şudur; Osmanlı’nın tasfiyesi sonrasında Ortadoğu coğrafyasında egemenlik kuran Batı, hâlâ sahadaki asıl oyun kurucu konumundadır. Ekopolitik haritadaki dağılım bu durumu açıkça göstermektedir.

ABD, kuzeydoğuda YPG/SDG hattı üzerinden enerji damarlarını denetlerken bir yandan da Türkiye’yi baskılamakta ve böylelikle İsrail’in güvenliğini garanti etmektedir. İngiltere, asırlık istihbarat geleneğiyle yine ve yeniden coğrafyanın tasarımını çizmektedir. İngiltere, menfaatlerine râm olacak şekilde hangi kolonun kalacağını, hangisinin söküleceğini tayin etmekle meşguldür. Fransa; Lübnan, Dürziler, Suriye’deki Nusayri nüfus ve Fırat’ın batısındaki ağlarla hem menfaatini konsolide etmekte hem de Avrupa’nın güvenlik refleksini temsil etmektedir. Rusya, Ukrayna savaşıyla büyük ölçüde kapasitesini tüketmiş olsa da oluşan boşluklardan istifade ederek Suriye’de varlığını en azından sembolik düzeyde kalıcı hâle getirmeyi başarmıştır. Muhtemeldir ki Ukrayna savaşında lehine gelişecek bir gidişat sonrasında, Akdeniz kıyılarında elinde bulundurduğu Nusayri kartını kullanarak bölgede daha güçlü bir egemenlik tesis etmeye yönelecektir. İran ise İsrail’in hava saldırıları ve kendi iç krizleri nedeniyle geri çekilmiş görünse de ilk fırsatta mezhebî saiklerle yeniden alana nüfuz etmeye çalışacaktır. Körfez ülkeleri ise diplomatik meşruiyet üretme ve finansman sağlama kapasiteleri sayesinde Suriye’nin geleceğinde rol almak isteyeceklerdir. Küresel düzeyde defansif galip olarak konumlanan Çin ise sessiz bir şekilde altyapı ve lojistik hatlara odaklanmakta, bölgeye doğrudan girmek için uygun bir zemin arayışını sürdürmektedir.

Tarihe not düşülmesi gereken temel gerçek şudur: Türkiye, Suriye’nin çöküşünü yalnızca seyretme lüksüne sahip değildir. Zira Suriye’deki çözülme, yalnızca komşu bir devletin dağılması değil, doğrudan Türkiye’nin güvenliği, demografik dengesi, ekonomik istikrarı ve jeopolitik konumu üzerinde belirleyici etkiye sahip bir kırılmadır. Bu nedenle Ankara, sürecin dışında kalmayı bir seçenek olarak göremezdi.

On yılı aşkın süredir, içerde pasifist yaklaşımı savunan muhalefetin yönlendirmeleri ve ürettiği dezenformasyona rağmen Türkiye, reel siyasetin zorunlulukları ile hareket etmiş, makul olana en yakın çizgiyi benimsemiştir. Bu yaklaşım ne hayalci bir yayılmacılık ne de edilgen bir seyirci konumu olmuştur. Aksine Türkiye, sahip olduğu kapasite ve gücün sınırları içinde, ulusal güvenliğini korumak ve bölgesel istikrarı sağlamak amacıyla sahada fiili adımlar atabilmiştir.

Suriye’de Tarihsel Katmanlaşma: Bizans, Pers ve Emevî Devleti’nden Baas’a Siyasal Genetik

Suriye’nin bugünkü çöküşünü yalnızca son on beş yılda yaşanan iç savaşla açıklamak, resmin en yüzeysel kısmına bakmak olur. Gerçek derinliği kavrayabilmek için Suriye, tarihsel isimlendirmesiyle Dımaşk’ı, tarih boyunca üstlendiği jeopolitik rol üzerinden okumak ve bu rolün biriktirdiği siyasal genetiği görmek gerekir. Bu topraklar, Roma ile Pers, Bizans ile Sasani imparatorluklarının kesişim noktasında tam anlamıyla bir tampon ve bir o kadar da çatışma sahasıydı. Rakip imparatorlukların gözü Akdeniz’e açılan yolların kontrolündeydi ve bunun kilidi bu hattan geçiyordu. Bu nedenle Dımaşk hiçbir zaman kendi başına kaderini tayin eden bir merkez olamadı ve aksine hep büyük güçlerin denklemlerinin merkezinde konumlandı.

Suriye’nin tarihsel kimliğini belirleyen bir diğer unsur ise ticaret yollarıydı. İpek Yolu’nun Akdeniz’e sarkan kolları, Arabistan’dan yükselen Baharat Yolu, Anadolu ve Mezopotamya’dan gelen kervan yolları Dımaşk ’ta buluşuyordu. Bu kesişim keyfiyeti, şehri ekonomik olarak cazip hâle getirdi ve aynı zamanda çok dinli, çok kültürlü ve çok etnik bir dokuya ev sahipliği yaptı. Yahudi cemaatleri, Hıristiyan mezhepleri, Zerdüşt toplulukları ve Arap kabileleri yüzyıllar boyunca aynı şehirde bir arada yaşadı.

İslam’ın gelişiyle bu çeşitlilik yeni bir katman kazandı velakin çoğu zaman zenginlikten çok kırılganlık üretti. Çünkü dışarıdan gelen güçler bu mozaiği kendi lehlerine sabote etmek sureti ile kullanmayı bildiler. Bugün görülen dinî kamplaşmalar, mezhepçilik, etnik ayrışma ve sosyoekonomik/sosyopolitik kimlik savaşları, işte bu çok katmanlı tarihin günümüze yansıyan tortuları oldu.

Emevîler döneminde Dımaşk, hilafet merkezi olduğunda, siyaset toplumsal iradeden hanedan sürekliliğine devredildi. Devlet, hanedanın elinde yeniden tanımlandı. Bu süreçte İslam ile Arap kimliği neredeyse ayrılmaz biçimde iç içe geçti. Yahudilikte din ve millet bütünleşmesi (Yahudilik ve Beni İsrail) ne ise, Arap siyasetinde İslam ile Arap kimliği o hâle geldi. Bu, tarihin en güçlü siyasal kodlarından birini üretti: dinî meşruiyetin millî kimlikle bütünleşmesi. Yüzyıllar sonra, beceri yoksunu Fransız sömürgeciliğinin kuluçkasında büyüyen sosyo-politik zeminde, 20. yüzyılda sahneye çıkan Baas ideolojisi bu kodu, seküler bir vitrin altında yeniden üretti. Arap nasyonal sosyalizmi ve seküler modernleşme söylemleri, aslında Arap kimliğini İslami bir gölgeyle tahkim etmekten ibaretti. Arap milliyetçiliği, İslam’ın tarihsel derinliğinden besleniyor ve fakat bunu seküler bir kalıpta sunuyordu. İşte bu ikili karakter, Suriye’nin siyasal genetiğinin ayrılmaz bir parçasıydı.

1970’te Hafız Esad’ın iktidara gelişi, bu genetiği bir güvenlik devleti kalıbına soktu. Devlet, aile–mezhep–istihbarat üçgeni üzerine kuruldu. Siyasal meşruiyet, kurumsal temsiliyetten değil, hanedanî süreklilikten devşirildi. Sistem içinde pragmatik mülahazalarla Faruk el-Şara gibi figürler diplomaside vitrin işlevi gördüyse de ve fakat rejimin gerçek gücü hanedan çekirdeğinin ve Nusayri azınlığın elinde toplandı. Böylece devlet ile toplum arasındaki bağ giderek zayıfladı, kurumlar boşaldı, devlet oligarşik güvenlik mekanizmasına indirgenerek ayakta tutulmaya çalışıldı. Bugün Suriye Devleti’nin adeta buharlaşmasının nedeni, işte bu tarihsel genetiğin doğal sonucudur. Suriye, modern anlamda bir ulus-devlet hiçbir zaman olmadı, olamadı. Oligarşik güvenlik rejiminin gölgesinde yaşayan bir siyasal form olarak kaldı. Kriz geldiğinde geriye kurumsal bir iskeletin kalmaması, bu tarihsel sürekliliğin kaçınılmaz sonucudur.

 

Suriye’de Devletin Buharlaşması ve Suretin Egemenliği, İçeriğin Zayii

Suriye’de 2011’de başlayan isyan dalgası, dışarıdan bakanların gözünde aniden patlayan bir deprem gibiydi. Oysa gerçekte bu çöküş, uzun yılların erozyonunun nihai kırılmasıydı. Esad hanedanının inşa ettiği güvenlik devleti, dışarıdan bakıldığında sağlam ve yekpare görünüyordu ve fakat içerideki çürüme çoktan başlamıştı. Toplum ile devlet arasındaki bağ, yıllar boyunca baskı, korku ve hanedanî sadakat üzerinden yürütülmüş, kurumsal temsiliyetin yerini kliklerin çıkar dengesi almıştı. 2011’deki isyan dalgası bu çürümüş yapıyı sarstığında, geriye ayakta kalacak bir kurumsal iskelet kalmamıştı. Bugün “devletin buharlaşması” dediğimiz olgu üç katmanda okunmalıdır: Meşruiyetin çöküşü. Rejim, toplumsal temsil iddiasını yitirmiş, halkın geniş kesimleri için bir azınlığın baskı aracına dönüşmüştür. Kapasitenin dağılması. Güvenlik aygıtı parçalanmış, kamu hizmetleri çökmüş, ekonomi kara borsanın ve savaş ağalarının eline geçmiştir. Sürekliliğin kaybolması. Geleceği planlayacak kurumsal bellek ortadan kalkmış, devletin uzun vadeli vizyonu yok olmuştur.

Bugün Suriye’nin adı hâlâ haritalarda durmaktadır; Birleşmiş Milletler ‘de sandalyeye sahiptir, diplomatik temsilcilikleri vardır. Ancak bu bir varoluş değil, bir gölge halidir. Devletin sahadaki otoritesi buharlaşmış; yerine vekâlet ağları, milisler ve dış güçlerin desteklediği yapılar geçmiştir. Bu nedenle Suriye maalesef şu an için klasik anlamda bir ülke değil, küresel düzenin üzerinde deney yaptığı bir “yönetilen kaos laboratuvarı” hâline gelmiş, getirilmiştir.

Devletin buharlaşması yalnızca siyasi bir kriz değildir; aynı zamanda toplumsal bir kırılmadır. Vatandaşlık bilinci parçalanmış, kimlikler kabile, mezhep ve milis örgütlenmeleri üzerinden yeniden tanımlanmıştır. Toplum, devleti artık koruyucu bir çatı olarak değil ya bir baskı mekanizması ya da bir boşluk olarak algılamaktadır. Bu kırılma, gelecekte Suriye’nin yeniden devletleşme ihtimalini en az siyasal rekabet kadar, hatta ondan da fazla zorlaştıracaktır.

Gelecek Projeksiyonları ve Üç İhtimalin Çerçevesi

Suriye’nin bugünkü enkazı, yarının nasıl şekilleneceğini belirleyen bir başlangıç noktasıdır. Çatışmanın yoğunluğu azalmış olsa da ülke hâlâ ne gerçek bir barışa ne de kurumsal bir toparlanmaya yaklaşabilmiştir. Önümüzde duran manzara, üç temel ihtimal etrafında okunabilir. Birincisi, kontrollü istikrarsızlığın devamıdır. Bu, Batı’nın ve özellikle ABD’nin çıkarlarıyla en uyumlu senaryodur. Vekâlet ağları birbirini dengelemeye devam eder; sahadaki güçler düşük yoğunluklu çatışmayı sürdürür, İsrail güvenlik vetosunu korur. Devlet yeniden kurulmaz ama kaos da sınırların dışına taşmaz. Bu senaryo, Suriye’yi bir “yönetilen kaos laboratuvarı” olarak muhafaza eder. İkincisi, kısmi normalleşmedir. Körfez fonlarının ve Çin’in altyapı iştahının devreye girmesiyle Şam rejimi kısmen nefes alabilir. İnsani göstergeler iyileşir, diplomatik tanınırlık artar ve fakat siyasal merkez gerçek anlamda toparlanamaz. Devlet, dış yardıma bağımlı, kırılgan ve parçalı bir gölge olarak kalır. Üçüncüsü, bölgesel entegrasyon ihtimalidir. Bu senaryoda güvenlik düzenekleri yerel ama koordineli hâle getirilir, ekonomik damarlar Türkiye ve Körfez üzerinden dış dünyaya bağlanır, Avrupa, göç baskısı nedeniyle masada yer almak zorunda kalır. Böylece Suriye, tam egemen bir devlet olmadan da en azından “yönetilebilir bir siyasal forma” yaklaşır. Ancak bu ihtimal, bölgesel aktörlerin iradesine ve küresel güçlerin rızasına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu üç senaryonun ortak noktası, Suriye’nin kendi kendini toparlama kapasitesine sahip olmamasıdır. Gelecek, bölgesel denklemlerin, küresel tasarımların ve yerel aktörlerin dayanıklılık sınavının kesişiminde belirlenecektir.


Jeoekonomi, Demografi ve Toplumsal Enkaz

Suriye’de an itibarıyla savaş, yalnızca siyasal otoriteyi değil, ülkenin damarlarını da çökertmiştir. Petrol ve doğalgaz sahalarının büyük kısmı kuzeydoğuda YPG/SDG’nin eline geçmiş ve fiilen ABD’nin güvenlik şemsiyesi altına girmiştir. Bu durum rejimin bütçesini çökertmiş; devlet, ulusal ekonomi olmaktan çıkmış, dış yardıma ve kara borsaya bağımlı edilgen ve korunaksız bir hâle gelmiştir. Tarım ve gıda üretimi de aynı akıbete uğramıştır. Halep–Hama–Humus üçgenindeki bereketli toprakların parçalanmasıyla Suriye, kendi halkını besleyemeyen bir ülkeye dönüşmüştür. Gıda güvenliğinin kaybolması, göçün görünmeyen ama en güçlü sebebine dönüşmüştür. İnsanlar yalnızca bombalardan değil, açlıktan da kaçmak zorunda kalmıştır.

Demografi ise bu çöküşün en sert yüzünü teşkil etmiştir. On beş yıl içinde altı milyondan fazla Suriyeli ülke dışına çıkmış, en az üç buçuk milyonu Türkiye’de yaşamaya başlamıştır. Ülke içinde ise milyonlarca insan yerinden edilmiştir. On yılı aşkın süre boyunca rejim ve vekil güçler, mezhepsel ve etnik dengeyi değiştirmek amacıyla demografik mühendislik uygulamış, bazı bölgeler boşaltılmış, nüfus üzerinde adeta bir “ameliyat” yapılmıştır. Bu süreç, Suriye’nin toplumsal dokusunu geri dönülmez biçimde parçalamıştır.

Bugün Suriye yalnızca bir devlet boşluğu değil, aynı zamanda bir toplumsal enkazdır. Enerji damarları kime ait olacak? Gıda güvenliği nasıl sağlanacak? Dağılmış nüfus nasıl idare edilecek, ülkeye nasıl geri dönecek ve döndüklerinde nasıl entegre edilecek? Tüm bu sorular cevapsız kaldıkça, siyasal çözümler de havada kalacaktır. Suriye’nin geleceğine dair bu soğuk anatomiden çıkan sonuç nettir; ülkenin kendi kendini toparlama kapasitesi yoktur. Gelecek, bölgesel denklemlerin, küresel tasarımların ve yerel aktörlerin dayanıklılık sınavının kesişiminde belirlenecektir. İşte bu nedenle başta Türkiye olmak üzere Arap ülkeleri Suriye’de mevcut riskleri doğru analiz etmeli, yönetmeli ve dolayısı ile bu kriz ortamından avantajlar devşirmelidir.

Suriye’de Soğukkanlılığın Stratejisi, Sofistikasyonun Zorunluluğu

Suriye dosyası, yalnızca Ortadoğu’nun değil, bütün uluslararası sistemin nasıl işlediğine dair aşikâre bir laboratuvar olmuştur. Devlet mefhumunun buharlaştığı, toplumun parçalandığı, global vekâlet ağlarının hüküm sürdüğü bu coğrafya bize şunu göstermektedir; Çözümler basit, üzerinde detaylı düşünülmemiş, ani gelişen, insiyaki oluşan, öngörüsüz reflekslerle üretilemez. Burada yani Ortadoğu coğrafyasında atılan her adım, küresel sistemin fay hatlarına temas eder. Bu nedenle bu coğrafyada aklın soğukluğu, sabrın derinliği ve araçların sofistikasyonu her şeyden önce gelmelidir.

Çatışma ve savaş elbette masada kalacaktır. Bu coğrafyada silahlı gücün yok sayılması, savunma kabiliyetinin tahfifi naiflik olur. Ancak savaş, daima son opsiyon olmak zorundadır. Diplomasi, ekonomi, kamuoyu ve meşruiyet araçları tüketilmeden kullanılan her silah, yalnızca sahadaki bir mevziiyi değil, uluslararası alanda stratejik mevzileri kaybettirir. Başta Suriye’de olmak üzere tüm bölgede defalarca görüldüğü gibi, aceleyle yapılan her saldırı sahadaki dengeyi değil dışarıdaki tasarımı güçlendirmiştir. Bu nedenle stratejinin değeri, hızında değil kontrolü amaçlı frenlemesindedir de.

Büyük barış konferansları, tek seferlik anlaşmalar, yüksek perdeden ilanlar, hamasi nutukla, yüksek volümlü düşman tanımları veya ilanları bu sahada sonuç vermez. Suriye gibi çökmüş devletlerde işe yarayan, küçük ama sürekli işleyen mutabakatlardır. Mikro düzeyde güvenlik düzenekleri, yerel anlaşmalar, mükerrer ve ölçülebilir düzenlemeler sonuç için asli araçlar olacaktır. Asıl istikrar, bu küçük halkaların birikiminden doğar. Diplomasi artık bir “büyük masa” değil, yüzlerce küçük masanın sabırlı örgüsü olmalıdır.

Uluslararası sistemin işleyişindeki soğuk gerçek de budur; Kaos, bazen barıştan daha kolay yönetilir. Bu nedenle büyük güçler, Suriye’yi kuzeyde Ukrayna örneğinde daha açık şahit olduğumuz üzere bir türlü “bitmiş proje” hâline getirmek istemeyeceklerdir. Onu “bitmeyen şantiye” olarak tutmak, egemenliklerini devam ettirmek isteyen her bir emperyal güce esneklik sağlar. İşte bu noktada soğukkanlı stratejinin değeri ortaya çıkar. Oyunu aynı şekilde okumak, projeye “bitirme” hevesiyle değil, “kontrol etme” aklıyla yaklaşmak gerekir. Çünkü bu coğrafyada tamamlanmış hiçbir bina yoktur, yalnızca sürekli denetlenen şantiyeler vardır.

Türkiye açısından bu ders daha da keskin ve bağlayıcıdır. Ankara’nın en büyük riski, başkalarının kurguladığı ritme kapılarak refleksif cevaplar vermesidir. Provokasyonun kurgulandığı bir zeminde sabırsız güç gösterisi, karşı tarafın “kışkırt, galeyana getir ve hata yaptır” tasarımına malzeme olur. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye politikasında temel ilke şudur; Her hamle, önce akıl, meşruiyet ve araç çeşitliliği üçlüsünden geçmelidir. Çatışma yalnızca bu üçlü tükendiğinde, ölçülü, denetlenebilir ve zorunlu hâle geldiğinde devreye sokulmalıdır. Bu bir pasifizim hali değil, derin ve insanını merkeze alan stratejinin en rafine biçimidir.

Burada Suriye özelinde Türkiye’yi de ilgilendiren ve altı ehemmiyetle çizilmesi gereken bir diğer husus da Kürtler mevzuudur. Ortadoğu’nun en kadim milletlerinden biri olan Kürtlerin durumu dikkat ve rikkat ile tüm taraflarca ele alınmalıdır. Kürtler, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında, bölgeyi sömürmek dışında herhangi bir kalıcı bağı bulunmayan dış güçlerle, başta İngiltere, Fransa ve ABD ile ittifak ilişkilerine yönelmişlerdir. Suriye krizinin derinleşmesiyle birlikte bu halkaya İsrail de eklenmiştir.

Oysa Kürtler, yüzyıllara yayılan tarihsel süreçte Türkler, Araplar ve Farisilerle derin bağlara, müşterek yaşanmışlıklara ve karşılıklı sorumluluklara sahiptir. Doğal olarak, bu bağların içinde sorunlar da birikmiştir. Ne var ki Kürtler, bu sorunlarını çözmek için sürekli olarak bölgenin dışındaki güçlere önce Batı’ya, şimdi de İsrail’e dayanmayı tercih etmektedir. Bu, ironik ve paradoksal bir durumdur. Zira bugün çözüm mercii olarak görülenler, aslında meselenin köklerini derinleştiren aktörlerdir. Tilki’nin hakemliğine yeltenilmiş, terazisine itimat edilmiştir. Gerçek çözüm, bölgenin tüm paydaşları gibi Kürtler için de dışarıda değil içeridedir. Kürtler, sorunlarının cevabını birlikte yaşadıkları toplumlarda aramalıdır. Türkler, Araplar ve Farisiler de bu kadim halkı çözüm arayışlarında çaresiz bırakmamalıdır. Aksi hâlde bölge, sürekli olarak dış güçlerin satranç tahtası olmaya devam edecek, iç dinamikler, yabancı ellerde istismar edilen bir koz olmaktan kurtulamayacaktır.

Tarihe düşülmesi gereken bir başka kayıt da şudur; Suriye bugün halihazırda bir devlet değil, haritada bir renk öbeği ve literatür de adı kalmış maddi ve manevi bir enkazdır. Onu yeniden devlete benzer bir forma yaklaştıracak olan şey, kaba kuvvetin çokluğu değil aklın soğukluğu ve araçların sofistikasyonudur. Bu prensip korunursa, en zor meselelerde dahi kalıcı bir dönüşe kapı aralanır. Aksi hâlde kazanılan her taktik yelteni, derin ve telafisi la mümkün stratejik kayıpların başlangıcına dönüşür. Türkiye’nin kaderi de bu prensibe bağlıdır. Eğer Ankara soğukkanlılığını korur, sofistike araç setlerini doğru zamanlamayla kullanır ve uluslararası meşruiyet keyfiyetini büyütürse, Suriye dosyasında yük taşıyıcı değil, düzen kurucu bir özneye tam olarak dönüşebilir. Ama eğer sabırsız davranır, tepkisel reflekslerle hareket eder, provokasyonlara kapılırsa ki başta İsrail olmak üzere muarızları bu şirrette mahir olduklarını yüzyıllar içinde birçok defa ispat etmişlerdir, Türkiye kendi coğrafyasını riskli bir zemine sürükler. Bu yeni vasatta bir tercih değil bir varlık–yokluk meselesidir. Bu tür durumlarda devlet aklının temel prensibi, çatışma son çaredir, soğukkanlı strateji ise ilk prensiptir şeklinde işlemelidir.

Suriye olayı, devletlerin nasıl çöktüğünü ve uluslararası sistemin nasıl işlediğini çıplak biçimde göstermiştir. Devletin buharlaştığı, toplumun parçalandığı, demografinin mühendislik operasyonlarına maruz kaldığı bu enkaz, yalnızca bir bölgesel kriz değil, aynı zamanda küresel düzenin yönetilen kaos mantığının ürünüdür. Ancak aynı dosya, geleceğin nasıl kurgulanması gerektiğine dair dersler de içermektedir. Suriye’nin yeniden devlete benzer bir forma kavuşabilmesi üç temel eksende mümkündür:

Kurumsal Yeniden İnşa: 

İktidar çevresinin baskıcı gölgesinde çürüyen kurumların yerine, katılımcı ve kapsayıcı yapılar kurulmalıdır. Yerel meclisler, toplumsal örgütler ve diaspora aklı bu sürece dahil edilmelidir. Ekonomik ve Demografik Restorasyon: Enerji damarları ve tarım havzaları halkın refahına hizmet edecek şekilde yeniden düzenlenmeli, demografik mühendislikle parçalanan toplumsal doku geri dönüş programlarıyla onarılmalıdır. Açlık ve göç durdurulmadan hiçbir siyasal çözüm kalıcı olamaz. Toplumsal Uzlaşı: Mezhep ve etnik kimlik çatışmalarının yerine, tarihsel mozaiği bir arada yaşamanın temeli olarak kabul eden yeni bir toplumsal sözleşme inşa edilmelidir.

Bu süreçte Türkiye; Bölgesel entegrasyonun merkezinde yer almalı, Körfez fonlarını, Avrupa’nın güvenlik kaygılarını ve Çin’in altyapı iştahını Ankara üzerinden koordine etmelidir. Jeoekonomik öncülük yapmalı, enerji, lojistik ve dijital koridorları kendi merkezinde yeniden kurgulamalıdır. Meşruiyet havuzunu büyütmeli, uluslararası kamuoyu ve hukuk mekanizmaları üzerinden Türkiye’nin rolünü güçlendirmelidir.

İsrail’e karşı küresel mücadele sadedinde ise şu hususlar ehemmiyet kazanmaktadır; İsrail’in son dönemdeki eylemleri yalnızca Filistin halkına değil, bizzat insanlığın ortak vicdanına zarar vermektedir. Bu zarar, Siyonist iktidarın tüm Yahudilere de verdiği bir zarara dönmüştür. İkinci Dünya Savaşında Naziler tarafından katledilen milyonlarca Yahudi mazlumun hatırasının kirletilmesidir. İsrail, kendi politikalarıyla bu hafızaya gölge düşürmüştür. 80 yıldır istismar ettiği trajedi artık işlevini kaybetmiştir. Gazze başta olmak üzere coğrafyadaki faaliyetleri ve gayrı insani tutumu ile İsrail kendisini dünya milletleri nezdinde neredeyse müebbet bir nefrete mahkûm etmiştir.

Bu sadette vicdanlı dünya bir Küresel Vicdan Cephesi oluşturmalı; Medya, akademi ve sivil toplum üzerinden İsrail’in eylemleri görünür kılınmalı, insanlık hafızasına güçlü bir şekilde kaydedilmelidir. Sinema başta olmak üzere tüm görsel platformlar ve sosyal medya mecraları bu amaca mebni kullanılmalıdır.  Uluslararası hukuk ve meşruiyet amaçlı faaliyetlere önem atfedilmeli, bağımsız ulusal ve uluslararası mahkemeler, BM mekanizmaları ve insan hakları platformları sistematik biçimde işletilmelidir. İsrail’in eylemleri insanlığa karşı suç kategorisine taşınmalıdır. Ekopolitik dayanışma zemini oluşturulmalı; Enerji, ticaret ve finans alanlarında alternatif koridorlar geliştirilerek İsrail’in manevra alanları ve manivelaları zayıflatılmalıdır. Ortak platformlar oluşturulmalı; Türkiye öncülüğünde Arap dünyası, İran, Afrika ve Avrupa’daki vicdan blokları ile ortak diplomatik cepheler kurulmalıdır. Tüm bunlar yapılırken caydırıcılık ve savunma kabiliyeti amaçlı tekil ve çoklu çalışmalar yapılmalı, coğrafyada savunma sektöründe ortak projeler yürütülmeli, şirketler kurulmalı, mevcut şirketler ve çalışmalar desteklenmeli, sektöre münhasır fon mekanizmaları üretilmeli ve böylelikle Batı’nın şımarık çocuğu ve çoğu zaman payandası ve manivelası İsrail tedip edilmelidir.

Haberdar Olun

Yeni yazılardan haberdar olmak adına mail'inizi ekleyin.

Haberdar Olun

Yeni yazılardan haberdar olmak adına mail'inizi ekleyin.